Saturday, December 29, 2007

2007'ye damgasını vuran en önemli olay 27 Nisan Bildirisi'nin müsavi dozda bir cevapla hükümet tarafından sahiplerine iade edilmesiydi

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=630827


Mümtazer Türköne , Zaman , 30 Aralık 2007, Pazar


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

m.turkone@zaman.com.tr

2007: Nehrin daraldığı yer


Zamanı bir nehre benzetmek, antik çağlardan kalma bir metafordur. Herakleitos'un 25 asrı aşan "panta rei" (her şey akar) sözü, "bir nehirde iki kere yıkanılmaz" cümlesiyle birlikte gidenin bir daha geri gelmediğini, zamanın değişmesiyle her şeyin değiştiğini anlatır.

"Bir nehirde iki kere yıkanamazsınız", çünkü ne siz artık eski sizsiniz, ne de nehir artık eski nehirdir. Öyleyse 2008'e girerken tıpkı dünya gibi Türkiye'nin artık eski Türkiye olmadığını, bizlerin ve uğraştığımız sorunların da yaşanmışlıkların ilave yükleri ile eskileri olmadığını idrak etmemiz gerekir.

2007 yılı zaman nehrinin daraldığı yerde yaşandı. Daralmanın olduğu yerin önünde akış yavaşlar. Ama aynı yere daha çok şey birikir. Geçmişin bütün tortuları bu darboğazı kapatır. Zaman yavaş akmaya başlar. Darboğazın hemen sonrasında ise birdenbire hızlanan, delicesine coşan bir akış görünür. 2007 yılı darboğazın önünde yavaşlayan, bu yüzden fazladan birçok şeyi bünyesinde toplayan bir yıl oldu. Uzun, çok uzun bir tarihin döküntüleri, uzantıları tıpkı sele kapılıp sürüklenen ağaç parçaları gibi gelip bu darboğazda birikti. Akış halindeki su yani zaman sabırlı ama aşındıran bir güçtür. Tarih bu birikintiler arasında bir yol bulup hükmünü icra etmeye ve hızlanmaya çalışıyor. 2008, bütün bu badireleri aşmış olarak coşkun bir şekilde akmaya, gerisinde kalanları da önüne katıp sürüklemeye hazırlanıyor.

2007'ye damgasını vuran en önemli olay 27 Nisan Bildirisi değildi. 27 Nisan Bildirisi'nin müsavi dozda bir cevapla hükümet tarafından sahiplerine iade edilmesiydi. 27 Nisan Bildirisi'ni kaleme alanlar geçmişten gelen tecrübe ile her şeye hazırdı; ama bildirinin zarfıyla beraber olduğu gibi geri gönderilmesine hazır değillerdi. Aynı nehirde iki kere yıkanılmadığını, her silahlı müdahalenin birbirinden farklı olmasıyla anlamıştık. Şimdi, müdahale teşebbüslerinin nasıl akim bırakıldığını da öğrendik. Darboğazın önünde biriken molozlardan geleceğin nasıl temizlendiğini de görmüş olduk. Geride bıraktığımız şeyin 200 yılın en önemli dönemeci olduğunu bütünüyle kavrayabilmemiz için zamana ihtiyacımız var. Ama bugünden 2007 yılının tarihe "başarısız kalmış bir darbe teşebbüsü"nün yer aldığı bir yıl olarak geçeceğini öngörebiliriz.

200 yıla yaklaşan modernleşme tarihimizin başarması gereken nihaî hedef, toplumun kendi kaderine hükmetmesi idi. Çünkü modernlik böyle bir şeydi. Toplumu henüz reşit olmamış ve sürekli çocukluk evresini yaşayan bir "sürü" olarak gördüğünüz, kurumlarınızı da bu varsayıma göre oluşturduğunuz bir toplumun modernleşmesi imkânsızdır. Öyleyse bu "reşit olamama durumu"nun toplumun iradesi ile değişmesi ve vasilerin görevlerinin sona ermesi gerekiyordu. 27 Nisan Bildirisi vesayet iddiasının yenilenmesi idi. Verilen cevap ise, bu vesayet görevinin artık sona erdiği oldu.

Bu tarihî dönüşümü sağlayan ana saikin, toplumun artık gerçekten kendi kaderine hükmetmeye başlaması olduğunu fark etmemiz şart. Her şeyin devletle ve devlet için mümkün olduğu bir tarihsel evre, zamanın zorlaması ile sona erdi. Cılız, çelimsiz bir devletin üzerine yeni çağın getirdiklerini yüklemeye kalktığınız zaman her şey çöker. Devletin başlangıçtaki doğal sınırlarına geri çekilerek, aslî görevleriyle uğraşması dışında yaşayabilme şansı kalmamıştı. Tarih hızlandı. Devlet ve onun bekçileri, ellerindeki silahla toplumu yönetme imkânı ve vasatı bulamadılar. Toplumun iradesi bu tarihî fırsatı gördü ve zarif bir el hareketi ile, zamanı geriye çevirmeye çalışan ana kapağı açtı, nehrin daralan yerinden çekip çıkardı.

2008 baş döndürücü hızla seyreden bir yıl olacak. Darboğaz aşıldı. Hayat normale döndü. Taşlar yerli yerine oturdu. Darboğazın gerisinde kalanlara ağıt yakanlara, eski ayrıcalıklı günlere özlem duyanlara hatırlatılacak tek şey var: Nehir artık eski nehir değil; bizler artık eski biz değiliz.

2008 yılının hayırlara vesile olacağı inancıyla...


30 Aralık 2007, Pazar

Tuesday, December 25, 2007

Halkın kontrol edildiği bir ülke olmaktan çıkıp devletin halka hizmet ettiği bir ülke haline geliyoruz

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=629232


Mehmet Kamış , Zaman , 26 Aralık 2007, Çarşamba



MEHMET KAMIŞ

m.kamis@zaman.com.tr

Rejim değişirken...


Türkiye'de birçok şey değişiyor, bu arada rejim de değişiyor. Halkın kontrol edildiği bir ülke olmaktan çıkıp devletin halka hizmet ettiği bir ülke haline geliyoruz. Devlet, kendini Türkiye'de yaşayan yerlilerden korumaktan vazgeçip gerçek kimliğine dönüyor. 'Osmanlı'dan kalan hiçbir şeye bakmama' resmî görüşünü de terk ediyor. Tarihî mirasımızla, köklerimizle, geçmişimizle, bizden gurbet elde kalmışlarla daha yakından ilgileniyor.

Bu ülkenin başbakanı, hakkı yenmiş, mağdur edilmiş ya da mağdur edildiği psikolojisinde olanları telefonla arıyor, konuyla bizzat ve çok yakından ilgileniyor. Bu davranış belki küçük, ama simgesel olarak çok büyük. Bu ülkede yaşayan birisine 'Bizim, size hizmet ettiğimiz sürece bir anlamımız var.' diyor.

Rejim değiştikçe Türk diplomasisi Amerika'dan Orta Asya ve Çin'e, Rusya'dan Ortadoğu ve Afrika'ya, hatta Güney Amerika'ya uzanan baş döndürücü bir trafik içinde etkinliğini artırıyor. Türkiye, dış ilişkilerde belki tarihinde olmadığı kadar etkin ve etkili hale geldi. Bir yandan İran'la sınır bölgelerinde terörist örgütle mücadele konusunda mutabakata varılıp işbirliğine gidilirken, bir yandan Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Türkiye'yi ziyaret ediyor, ikili ve bölgesel konularda işbirliğini güçlendirmek için anlaşma imzalıyor. Bununla birlikte İsrail ile çok yoğun ilişkiler yaşanıyor. Şimon Peres ve Mahmud Abbas, Ankara'da Türkiye'nin hakemliğinde bir araya gelirken, yine Amerikan Kongresi'nden çıkmasına muhakkak gözüyle bakılan Ermeni tasarısı etkili diplomasi sonucu engelleniyor.

Irak'a Komşu Ülkeler Genişletilmiş Dışişleri Bakanları Toplantısı'nın ikincisine İstanbul ev sahipliği yaptı. Bölgenin geleceği konuşulurken, Türkiye'nin belirleyici politikaları yine çok etkiliydi. Türkiye, Lübnan'a barış gücü gönderdi. Görev süresini bir yıl daha uzattı. Geçtiğimiz yılın başında uluslararası toplum, İran'a müdahaleyi hemen hemen kaçınılmaz görürken Türkiye, gerginliğin diplomasiyle çözülmesi gereğini savundu. Diplomatik girişimlerini, Solana ve Laricani'yi İstanbul'da buluşturmak da dahil, bu hedef üzerine yoğunlaştırdı. Bugün artık İran'a müdahaleyi haklı bulan ülke neredeyse yok. Sadece diplomasi de değil, misyon ihracında da Türkiye çok etkili duruma geldi. Dünyanın her tarafında Türkçeyi yayan, Türkiye'yi anlatan, Türkiye'deki insanların mesajlarını, yardımseverliğini dünyaya gösteren okullar var. İşadamlarımız dünyanın her yerinde iş kovalıyor.

Rejim değiştikçe Anadolu sermayesini artırıyor. Artırdıkça da paylaşmaya başlıyor. Anadolu sermayesinin gelişmesinin, KOBİ'lerin son yıllarda ekonomik olarak atağa geçmesinin yansımalarını bambaşka yerlerde görüyoruz. Toplumdaki yardım patlamasının altında yeni zenginlerimizin yoksul ile paylaşma düşüncesi yatıyor. Ülke daha önce hiç olmadığı kadar yardım için seferber olmuş durumda. Kurban Bayramı'nı vesile eden binlerce esnaf, işadamı önce ülkenin sonra da dünyanın muhtaç bölgelerine yardıma koştu. Yıllarca kimsenin kapısını çalmadığı, varlığını bilmediği yerlere giderek yardım elini uzattı.

Yıllarca koparılmaya çalışılan irtica yaygaralarının altında yatan sebep, halkın devlete sahip çıkmasını önlemekti. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin altında yatan asıl sebep de buydu. Uçurumlar olabildiğince derinleşsin diye devletle halkın her yakınlaşma sürecinde öyle bir yumruk vuruluyordu ki; kimsenin dönüp de devlete bakası kalmıyordu. MİT bile kurulduğu günden beri bütün enerjisini ülke içine vermiş, kapı komşularımızla bile ilgilenmemişti. Bu kurumun kuruluş genlerinde topluma karşı devleti koruma anlayışı vardı. Hepsi değişiyor. Devletin halkı yerine halkın devleti oluyor. Yani rejim değişiyor.


26 Aralık 2007, Çarşamba

Monday, December 24, 2007

28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetini devirmek için bir araya gelen ve '5'li çete' olarak tabir edilen grup arasında Türk-İş ve DİSK de vardı

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=628833


Zaman , 25 Aralık 2007, Salı

Otel ve TV sahibi sendikalar 10 yıldır devlet denetimi görmüyor

Türkiye'de işçi hareketi, her geçen gün kan kaybediyor. Çalışanların haklarını savunmak için yola çıkan sendikalar, kimi zaman siyasetle içli dışlı oluyor, kimi zaman hükümetleri devirmeyi amaçlayan ortaklıklara katılıyor. Toplumsal desteğini yitiren sendikalar yolsuzluk ve saltanat ithamıyla gündeme geliyor.


28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetini devirmek için bir araya gelen ve '5'li çete' olarak tabir edilen grup arasında Türk-İş ve DİSK de vardı. Dönemin hükümeti istifa ettikten kısa bir süre sonra bir genelgeyle sendikalar malî açıdan sessiz sedasız devlet denetiminin dışına çıkarıldı. Sendikalara artık 'kendi kendinizi denetleyin' denildi. Resmî rakamlara göre Türkiye'de sendikalı işçi sayısı 3 milyon 91 bin. Yarım günlük yevmiye tutarı, her ay işçilerden aidat olarak kesiliyor. Aylık maaş ortalama bin YTL olarak düşünüldüğünde bir kişi sendikasına en az 16 yeni lira aidat ödüyor. Petrol ve metal gibi yüksek ücretli işkollarında çalışanların aidatı 50 YTL'yi aşıyor. Sendikaların aylık geliri de 50 milyon YTL'yi (50 trilyon lira) buluyor. Dev fonlara hükmeden işçi ör- gütlerinin harcamaları- nı devlet 10 yıldır denetlemiyor. Sendikaların mali kontrolü, kendi içlerinde kurdukları kurullar aracılığıyla yürütülüyor. Bu durum suistimalleri de beraberinde getiriyor. Bağımsız denetim yapamayan kurulların, sendika yönetiminin yaptığı harcamayı onaylamaktan öteye geçmediği ileri sürülüyor.

Sendika başkanları ise sivil toplum kuruluşu oldukları için kendi kendilerini denetlemelerinin daha doğru olduğunu savunuyor.

Türk sendikaları şeffaflık, denetim ve kurum içi demokrasi gibi kavramlara geçmişten beri soğuk duruyor. Sendikalarda geçerli delege sistemi, yönetimin değişmesini neredeyse imkansız kılıyor. Genel kurulda sendika başkanını seçecek delegeler, başkan tarafından belirleniyor. Örneğin 30 bin üyeli bir sendika, 250 delegeyle genel kurul yapabiliyor. Bunların da bir kısmının sendika yöneticilerinden oluştuğu hesaba katıldığında yönetimin kongre kazanmak için az sayıda delegeyi memnun etmesi yeterli oluyor. Bir başka önemli sorun ise sendika yöneticilerinin 'hizmet ikramiyesi'. Bir sendika yöneticisi, işçinin 25 yılda aldığı parayı üç yılda 'hizmet ikramiyesi' adı altında kazanabiliyor. İkramiyede herhangi bir tavan sınırlaması yok. Rakam her bir sendikacı için 80-100 bin yeni lirayı bulabiliyor.

28 Şubat'ın karşılığı denetim serbestliği

Sendikaların mali denetimi, yolsuzluk iddialarının son bulması için büyük önem taşıyor. Ancak denetim sorumluluğu 1997 yılında sendikaların denetleme kurulları ile denetçilerine bırakıldı. Uzmanlar, sendikanın kendi iç dinamikleri ile denetlenmesini sendikal özgürlük için son derece önemli görürken, uygulamada pek çok sorunun yaşandığını vurguluyor. Sendikaların kongrelerinde denetim ve disiplin kurulları genellikle tek liste içinden seçiliyor. Yani, hiyerarşide başkanın altında yer alan denetçinin, yönetimi gerektiği şekilde denetleyebilmesi zorlaşıyor. Denetim organları, üyeler adına hesap soran yapılar olmaktan çok, yönetimin harcamalarını onaylayan makam konumuna iniyor. Sendika içi denetleme mekanizması işlemezken üyelerin sendikanın harcamaları konusunda bilgi alabilmesi neredeyse imkansız. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 'çalışma hayatı' raporunda da devlet denetiminden çıkarılan sendikalarda denetim mekanizmasının sağlıklı işlemediğine vurgu yapılıyor.

Sendikaların olağan dışı dönemlerde üstlendiği rol de dikkat çekiyor. 12 Eylül'de Anayasa referandumuna destek vere n Türk-İş, 28 Şubat sürecinde de DİSK ile birlikte dönemin hükümetine yönelik muhalefetin ön saflarında yer aldı. Silahsız kuvvetler olarak lanse edilen '5'li çetenin' içerisinde yer alan iki konfederasyon, Necmettin Erbakan'ın kurduğu hükümetin görevden uzaklaştırılması için yoğun çaba sarf etti. Sürecin sonunda 18 Haziran 1997'de Refahyol hükümeti istifasını verdi. 26 Haziran 1997'de ise sendikalar üzerindeki devlet denetimi sessiz sedasız kaldırıldı. Bu durum, 'sendikalar 28 Şubat'a verdiği desteğin karşılığını mı?' sorusunu akla getiriyor.

İşçinin, sendikaya ödediği aidatın nerede kullanıldığına ilişkin bilgi alabilmesi oldukça zor. 24 yıl işçi olarak çalıştıktan sonra sendikanın parayı nasıl kullandığını merak eden Mehmet Tıraş, defalarca uğraşmasına karşın hiçbir bilgi elde edemediğini anlatıyor. Tıraş, "İşçi bağlı olduğu sendikanın harcamalarını denetleyemez. Paraların nereye harcandığını öğrenemez. Bunları soruşturduğunuz zaman tehdit ediliyorsunuz." diyor. Bazı sendikacıların adeta 'tuğa yapıştığını' ifade eden Tıraş, "Bakın sendika yöneticilerine, bazıları 25 yıldır orada. 30'lu yaşlarda sendikaya kapağı atan bir daha bırakmıyor. Sendikacılık saltanata dönüşmüş durumda." eleştirisini yapıyor.

Dev sendika binaları, bazı sendikaların sahip oldukları bol yıldızlı oteller, lüks konutlardan oluşan kooperatifler, sendika yöneticilerinin pahalı zevkleri, yönetici eşlerine ve çocuklarına tahsis edilen makam araçları 'saltanat' iddialarının en büyük kanıtı. Mehmet Tıraş, eski Türk-İş başkanı ve CHP milletvekili Bayram Meral'in Ankara'da 1 milyon 50 bin dolar ödeyerek iki dükkan aldığını belirtiyor. Tıraş, fakir bir ailenin çocuğu olarak hayata atılan Türk Metal Sendikası'nın başkanı Mustafa Özbek'in dudak uçuklatan servetine dikkat çekiyor. Sendikaların karşı çıktığı AB'de ise durum bizimkinden hayli farklı. Toplanan aidat üyelere açıklanırken Türkiye'de sendika yöneticiliğini cazip kılan 'hizmet ikramiyesi' AB'de söz konusu değil.

Kayıtlara göre ölüler hâlâ çalışıyor!

İstatistikler, Türkiye'de sendikaların kan kaybını ortaya koyuyor. Özelleştirmelerin de etkisiyle sendikalı işçi sayısı hızla düşüyor. Resmi verilere göre 1980'de sendikalı işçi 5,7 milyondu. 1996 yılında bu sayı 2 milyon 695 bine indi. Sendikalılaşma oranı yüzde 67'ydi. 2007 verilerine göre ise sendikalı işçi sayısı 3 milyon 91 bin. Yani kayıtlı çalışan tüm işçilerin yüzde 58,42'si sendikalı. Ancak gerçek rakam bunun çok altında. Birçok sendika, örgütlü olduğu işkolunda yetkiyi kaybetmemek için emekli olan veya hayatını kaybeden üyelerini çalışıyor gösteriyor. Çalışma Bakanlığı da AB'ye sendikalılık oranını yüksek göstermek için bu duruma göz yumuyor. Hemen bütün sendikacılar, gerçek sendikalı işçi sayısının 800-900 bini aşmayacağını belirtiyor. Uluslararası Çalışma Örgütü, memur sendikalarıyla birlikte Türkiye'de sendikalaşma oranını yüzde 12,1 olarak kabul ediyor. AB'de ise sendikalaşma oranı yüzde 90'lara çıkıyor. Memur sendikalarının üye sayısı da 747 bin. Bu rakam konusunda kimsenin şüphesi yok. Çünkü, memur sendikalarının üye sayısı, kendi beyanlarına göre değil, çalıştığı kurumlardan gönderilen üyelik aidatı kesintilerine göre tespit ediliyor.

Greve çıkmayan örgütlerin kasası doldu

Türk Telekom'da yaşanan son grev hariç, Türkiye 1991 yılından beri ciddi bir grevle karşılaşmadı. Bu durum sendikaların kasasının dolmasını sağlayan en önemli etken. Zira 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası'nın 42. maddesine göre greve çıkan işçilerin maaşını, 'grev yevmiyesi' adıyla sendikalar ödüyor. Ayrıca grev süresince işçiye yemek ve yol parası da sendika tarafından ödeniyor. Yevmiyenin ne kadar olacağını sendikaların kendisi belirliyor. Bu oran, sendikaların büyük çoğunluğunun tüzüklerinde maaşın üçte biri, bir kısmında ise maaşın yarısı şeklinde yer alıyor. Bu nedenle sendikalar, kasalarından ciddi miktarda para çıkacağı için greve aslında sıcak bakmıyor.

Türkiye'de ilk sendikayı 1908'de Rum ve Ermeni işçiler kurdu

Dünyada bugünkü anlamda ilk sendika 1820'de İngiltere'de kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu'nda bilinen ilk işçi hareketi ise 1830'lu yıllarda tarım işçileri arasında başladı. Modern anlamda ilk sendika 1908'de İstanbul'da Rum ve Ermenilerin çoğunluğunu oluşturduğu işçiler tarafından kuruldu. 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine sendikal faaliyetler durduruldu. Türkiye'de ilk sendika yasası 1947'de çıkarıldı. Bu tarihten sonra kurulan sendikalar 1952'de Türk-İş Konfederasyonu'nu oluşturdu. 1967'de Türk-İş'ten ayrılan bazı sendikalar DİSK'i kurdu. 22 Ekim 1976'da ise Hak-İş kuruldu. 12 Eylül 1980 askerî darbesinde Türk-İş dışındaki konfederasyonların faaliyetleri durduruldu, DİSK kapatıldı ve yöneticileri yargılandı. 1983'te Turgut Özal iktidarıyla başlayan demokratikleşme süreciyle sendikal hayat, normale döndü.

Memurlar, örgütlenme hakkını 12 Mart muhtırasında kaybetti

1961 Anayasası memurların da örgütlenmesine fırsat verince 600 civarında memur sendikası kuruldu. 12 Mart 1971 muhtırasıyla memur sendikaları yasaklandı. Memurlar bunun üzerine dernek çatısı altında toplanmaya başladı. 12 Eylül 1980 darbesiyle memur dernekleri de kapatıldı. 1995'te Anayasa'da yapılan değişikliğin ardından memur sendikaları doğdu. 2001 yılında ise grev ve toplu sözleşme hakkı içermeyen Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu TBMM'de kabul edildi. Bu tarihten sonra hükümet, yetkili sendikalarla maaş pazarlığı yapmaya başladı. Ancak bu sendikalar grev hakları bulunmadığı için etkili olamıyor. Öte yandan halen memur sendikaları üye başına 5 yeni lira aidat topluyor. İşçi sendikalarına göre çok daha düşük aidat alan memur sendikalarının mali yapısı iyi değil. Pek çoğu faaliyet gösterdikleri binaların kirasını bile ödemekte güçlük çekiyor.

276 bin üyeli Türk-Metal'in mal varlığı 1 milyar dolardan fazla

Türk Metal Sendikası'nın 32 yıldır değişmez başkanı Mustafa Özbek, hem sendika dışı işleriyle hem de siyasi faaliyetleriyle en çok tartışılan isim. Ulusalcıların en büyük finansörü durumundaki Özbek, televizyon kanalı, otelleri ve gaz dolum tesisinin yanı sıra onlarca gayrimenkule sahip. Kendi anlatımıyla fakir bir ailenin çocuğu olarak işçiliğe başlayan Özbek, sendika başkanlığı döneminde büyük bir servet edindi. Ankara'nın en zenginlerinden biri olduğu belirtiliyor. Özbek'in Cumhuriyet Gazetesi'nin yüzde 40'lık hissesine de sahip olduğu öne sürülüyor. Sık sık siyasi konuşmalar yapan Özbek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a ağır eleştiriler yöneltiyor. 276 bin üyesi bulunan sendikanın yatırımlarının 1 milyar doları aştığı ifade ediliyor. Ankara ve Kıbrıs'ta 5 yıldızlı oteller, radyo ve televizyon kanalları bunlardan bazıları.

YARIN: Sendikalardan özeleştiri: Kan kaybının çözümü, 'istemezük'çü anlayıştan kurtulmak

HABER İNCELEME - İSA YAZAR/NECİP ÇAKIR
25 Aralık 2007, Salı

Thursday, December 20, 2007

Günahlar cezasız kalmadı : Arjantin'de cunta komutanına 25 yıl hapis / darısı Türkiye'deki cuntacıların başına

http://www.milliyet.com.tr/2007/12/20/dunya/axdun02.html


Milliyet , 20.12.2007



( NOT : Günahların cezasız kaldığı Türkiye'de ise
son darbe girişimi 27.Nisan.2007 'de yapıldı ;
bereket , ülke tarihinde ilk kez , dünya tarihinde
ise az sayıdaki örnek tepkilerden birisi ile
hükümetin resti ile darbe önlendi. )


Günahlar cezasız kalmadı

Arjantin'de cunta komutanına 25 yıl hapis


Arjantin'de cuntanın kara kuvvetleri komutanı suçlu bulunarak, 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı

DIŞ HABERLER SERVİSİ

Arjantin'de, 1976-83 yılları arasında ülkeyi yöneten cuntanın yedi üyesi, kanlı diktatörlük döneminde işledikleri insan hakları suçlarından en azı 20 yıl olmak üzere çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Yargıç Ariel Lijo'nun bu beklenmedik kararının, Arjantin'in yeni Devlet Başkanı Christina Fernandez'in bir hafta önce göreve başlar başlamaz "adalet sisteminden, yavaş ilerleyen insan hakları davalarını sonuçlandırmasını isteyeceğini" açıklamasından kısa bir süre sonra gelmesi dikkat çekti.
Cunta üyelerine yönelik çıkarılan af yasalarının 2003'te yürürlükten kaldırılmasından bu yana ilk kez, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Cristino Nicolaides cunta döneminde muhaliflerin kaybolması ve kaçırılmasıyla ilgili suçlamalardan 25 yıl hapse mahkûm edildi. Sağlık nedenlerinden dolayı mahkemede bulunmayan Cristino Nicolaides'in özellikle kaçırma eylemleri ve işkencelere karıştığı belirtildi. Bu suçlamalar kapsamında ayrıca, 1 polis ile 6 eski asker de 20 ila 23 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı.
Kararın ardından İnsan Hakları Bakanı Eduardo Luis Duhalde, "Adalet yerini buldu" dedi.
Arjantin'de cunta döneminde 13 bin kişi kaybolmuş, ölen ve kaybolanların sayısı 30 bini bulmuştu.

Psikpolojik savaşta propaganda

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140688



Psikolojik savaşta propaganda

19 Aralık 2007



Psikolojik savaşta propaganda

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır.

Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır.

Düşmanlık duygularının attırılması

Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur.

Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir.

Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir.

Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.

Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir.

Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar.

Çıkara hizmet eden her şey…

Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki?

Abdülhamit ve psikolojik savaş

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır:

“Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.”

Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır.

İnsanları kaygılı hale getirmek

Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.

Her türlü zaaf kullanılır

İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur.

Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı.

Zeki idareciler dikkatli olmalı

Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler.

Kara propagandanın imkânları

1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur.

2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar.

3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler.

4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır.

Kara propagandanın riskleri

1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister.

2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır.

3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur.

4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir.

5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir.

Propagandanın, muhatabı güçlendirici yanıyla mağdur ve mazlum görünümü birleşirse, çevresindeki insanlara kenetleyici etki yapması mümkündür. Düşman liderin bitirilmesi hesap edilirken tamamen tersi bir sonuçlanabilir.

Tuesday, December 18, 2007

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - Yansımalar 1] Belgeler ışığında, '27 Mayıs' tarihi yeniden yazılmalı

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346141


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - Yansımalar 1] Belgeler ışığında, '27 Mayıs' tarihi yeniden yazılmalı

Zaman'ın Yassıada arşiviyle ilgili yazı dizisi geniş yankı uyandırdı. Menderes'in idamıyla sonuçlanan sürecin tanıkları ve uzmanlar, belgelerin resmî tarihi değiştirecek nitelikte olduğunu belirtti.
Belgeleri görmek için tıklayın


İhtilal mahkemesinin kararıyla babasını kaybeden Aydın Menderes, vesikaların titizlikle incelenip gün yüzüne çıkartılmasının büyük başarı olduğunu kaydetti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubuna özel önem veren Menderes, tarihçilerin yayınlanan belgelere gereken ilgiyi göstereceklerini ifade etti. Yassıada'da Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatlığını yapan eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, yazı dizisinin o dönemi yorumlamak isteyen herkes için iyi bir başlangıç olacağını söyledi. Zaman'ı kutlayan Cindoruk, ihtilal mahkemesinin tarihe ve demokrasiye zarar verdiğinin ortaya çıktığını vurguladı. Milliyet Gazetesi adına Yassıada duruşmalarını izleyen gazeteci-yazar Çetin Altan, Cemal Gürsel'in darbeden 24 gün önce Savunma Bakanı Ethem Menderes'e gönderdiği mektupta sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu kaydetti. Altan, şöyle konuştu: "Mektupta üç satırın çıkartıldığını ve bunların çok önemli cümleler olduğunu gördük. Demek ki gerçek tarihi öğrenemeden gidiyoruz. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz." Tarihçi İsmet Bozdağ da diziyi 'tarihe hizmet' sözleriyle değerlendirdi. Demokrat Parti'nin ardından kurulan Adalet Partisi'nin eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise mahkeme başkanı Salim Başol'un tavırları üzerinde durdu.

Yassıada Mahkemeleri'nin tutanakları üzerindeki gizliliğin kalkmasıyla birlikte tarihi gerçekler gün yüzüne çıktı. Zaman'ın ulaştığı belgeler, cuntacıların vesikalar üzerinde nasıl tahrifat yaptığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Belgeler, resmi tarihi de tartışmaya açtı. Dönemin yakın tanıkları ve tarihçiler, şimdi 27 Mayıs'ın tarihinin yeniden yazılmasını talep ediyor. Çalışmayı beğeniyle takip eden Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes, duygularını "Zaman Gazetesi'nin, bütün gerekli önem ve özeni göstererek yaptığı neşriyatı candan kutluyorum." sözleriyle dile getirdi.

Menderes, Yassıada'yla ilgili vesikaların sadece bir dönemin gizli bırakılmış yönlerini açığa çıkartmadığını, yakın tarihi yeniden değerlendirmeye yol açacak ölçüde önemli olduğunu anlattı. Özellikle Cemal Gürsel'in mektubuna dikkat çeken Menderes, şöyle devam etti: "Görüldüğü gibi o dönemin muhalifi, muvafıkı Adnan Menderes'in dürüstlüğü, iyi niyeti ve memleket için verdiği hizmetlerin büyük önemi hakkında ortak bir kanaat sahibidir. Ancak 27 Mayıs'tan itibaren Adnan Menderes tek hedef haline getirilmiş ve her şeyiyle yok edilmek istenmiştir. Bu hem acı hem de ilginç gelişme karşısında tarihçilerin ve araştırmacıların gereken ilgiyi göstereceklerine inanıyorum. Ayrıca açıklanan vesikalar bir devlet adamı için meziyet olarak kabul edilecek hususların bile suçlama aracı yapıldığını göstermektedir. Yine Adnan Menderes'in bu belgelerin açıklanmasıyla ortaya çıkan Eyüpsultan'la ilgili imar faaliyetlerinin ve düşüncelerinin öğrenilmiş olması da o döneme ve Menderes'in kimlik ve kişiliğine ışık tutacaktır. Bu vesikalarda başta Adnan Menderes olmak üzere Yassıada'da bulunanlara reva görülen muamelelerin insafsızlığını da bütün açıklığıyla ortaya sermektedir."

Aydın Menderes, dizinin son gününde yayınlanan Rüştü Erdelhun Paşa'yla ilgili tespitleri de yerinde buldu. Paşa'nın cenazesine katıldığını bildiren Menderes, "Gerçekten de Türk Silahlı Kuvvetleri merhum Rüştü Erdelhun'un cenazesini büyük bir hürmetle ve eski bir genelkurmay başkanı olarak kaldırdı. Üstelik 12 Eylül iradesinin hakim olduğu bir dönemde. Ondan kısa bir süre önce 27 Mayıs'ta yapılan bayram kutlamasının da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ortadan kaldırılmış olduğunu düşünürsek Silahlı Kuvvetler'in 27 Mayıs'ı olumlu bulmayan tavrı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır." ifadelerini kullandı.

Artık bu dönem yeniden araştırılmalı

Eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, Yassıada duruşmalarının ardından idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatıydı. Yassıada Mahkemeleri'nde yaşananlara tanıklık eden Cindoruk, Zaman'ın yazı dizisinin o dönemin yeniden yorumlanması için bir başlangıç oluşturması temennisinde bulundu. Cindoruk, şunları kaydetti: "Yazılardan dolayı gazeteyi kutluyorum. Yassıada duruşmalarıyla ilgili bir bölümün açığa çıkması çok önemli. Çuvallar dolusu evrak bilimsel yöntemlerle de incelendiğinde o mahkemenin tarihimize ve demokrasiye verdiği zararlar ortaya çıkacaktır. Yassıada'da aslında bir mahkeme yoktur, hukuksal bir iddianame yoktur ve hukuki değerlere uygun bir karar da yoktur. Orada mahkeme sadece ve sadece cuntanın meşruluğunu tescil etmek için görev yapmıştır. Açıkça taraflı bir mahkemedir."Rüştü Erdelhun Paşa'nın demokrasi ve sivil otoriteye saygısını da değerlendiren Cindoruk, "27 Mayıs'ı Silahlı Kuvvetler değil, silahlı subaylar gerçekleştirdi." tespitini yaptı. Ardından ekledi: "Çok değerli bir genelkurmay başkanını aşağıladılar, yargılayıp idama mahkum ettiler; ki o Erdelhun istiklal madalyası taşıyordu. Milli Mücadele'nin kahramanlarındandı. Vatarseverdi; ama onu da vatan hainliğiyle suçlayıp idamla yargıladılar. O ihtilali yapan subaylar önlerini açmak için bunu yaptılar. 5 bin subayı emekliye sevk ettiler. Çok değerli 200'ün üzerindeki generali emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekleştirdiler aslında. Bu ihtilalin yapılmasında ve bu mahkemenin kurulmasında silahlı subaylarla üniversitemizin işbirliği de açıkça ortadadır. Büyük hukuk profesörü sandığımız insanlar bu cuntayı yargılamaya, yapay bir hukuk ortaya koymaya ve ülkenin değerli devlet adamlarını idam etmeye, onurlarını kırmaya ve demokrasimizin temeli olan partileri kapatmaya kadar yönlendirildiler."

Altan: Yeni şeyler öğrendik

Yassıada belgeleriyle ilgili yazı dizisini ilgiyle takip eden isimlerden biri de Türk basınının usta kalemlerinden Milliyet Gazetesi yazarı Çetin Altan. Yassıada'daki duruşmaların tamamını izleyen Çetin Altan, "Dizide ortaya çıkarttığınız belge ve bilgiler bize bile yeni şeyler öğretti." dedi. Altan, özellikle Cemal Gürsel'in mektubunda sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu vurguladı. Altan'ın görüşü şöyle: "Mektuptan üç satırının çıkartılmış olduğunu ve bunların da çok önemli cümleler olduğunu gördük. Gerçekten tarihi öğrenemeden gidiyoruz demek ki. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz. Hepimizin kaderini ilgilendiren konular bunlar ve bunlardan bizim de haberimiz yok doğrusu. Bazılarını bu vesileyle görmüş olduk; ama belki de bir kısmından hiç haberimiz bile olmayacak. Maalesef resmi görüşü yazanlar kendi işlerine gelen görüşleri yansıtıyorlar."

Olumsuz hava darbeden sonra da devam etti

Adalet Partisi eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise Mahkeme Başkanı Salim Başol'un tavrına dikkat çekti. Başol'un tutanaktaki sözlerinin Yassıada'da başından beri adil bir karar çıkmayacağını ortaya koyduğunu ifade eden Bilgiç, şöyle konuştu: "Bu baskı sadece mahkemedekilere has bir durum da değildi. Darbeden çok sonraları bile bu olumsuz hava herkese tesir etti. Demokrat Partiliyim demek bile suçtu. Böyle diyenlere takibat yapılıyordu. Her yerden suç duyurusu yapılarak baskı altında bırakılıyorduk bizler de. DP'lilere 'düşük kuyruk' adı takıldı. Halk Partisi kendi iktidarları dışında başka bir partiyi iktidarda görmeyi hazmedemedi. 27 Mayıs'tan sonra fikirler bastırıldı. 1961 Anayasası'na karşı "Hayır'da hayır var" demeyi bile suç saydılar. Türkiye'nin büyük kısmı demokrasiyi benimseyememiştir bu darbeler yüzünden."

İsmet Bozdağ: Belgeleri yayınlamak tarihe büyük hizmet

Tarihçi yazar İsmet Bozdağ, Yassıada konusunun şu ana kadar hiç kurcalanmamış bir konu olduğunu belirtirken, mahkemelerin arka planının aydınlatılmasına büyük ihtiyaç olduğunu söyledi. Zaman'da yayınlanan dizinin bu ihtiyacın karşılanmasına kapı araladığını vurgulayan Bozdağ, "Yassıada'da yaşananlar çok konuşulmasına rağmen bu ölçüde detaylar bilinmiyordu. Cemal Gürsel'in mektubunun orjinalinin ortaya çıkması da önemli hadise. Belgenin yayınlanmasıyla yapılan tarihe bir hizmettir." dedi.


Emekli askerler: Paşa haklı, ordu siyasete karışmamalı

Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'un siyaset-asker ilişkisine yönelik görüşleri geniş yankı buldu. Emekli paşalar, Erdelhun'un görüşlerine katılarak, siyaset-asker ilişkisinin anayasal sınırlar içinde olması gerektiğini dile getirdi. Erdelhun, notlarında; "Ordunun görevi memlekette huzuru temin etmektir. Ordu, millet otoritesine dayanan hükümetin icraatına mani olmamalı. Hükümet-i reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir. Parti mücadelesine ordu karışmamalı." diyor. Emekli askerlerin konuyla ilgili görüşleri şöyle:

Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: Demokratik bir ülkede yaşıyor ve demokrasiye inanıyorsanız, TBMM ve onun kabul ettiği hükümet, siyasi otoriteyi teşkil eder. Dolayısıyla hükümet ve TBMM'nin aldığı kararlar her şeyin üzerindedir. Ordu-siyaset ilişkilerini bu temele oturtmak lazım. Ordunun siyaseten görüş belirtmesi, tutup aşağı indirmekle ya da tehditlerle olmaz. Belirli platformlarda düşünce ve tavsiyelerini dile getirmek şeklinde yapmalı bunu ordu.

Emekli Tuğgeneral Atilla Başaran: Herkes Anayasa'daki sınırlar içinde hareket etmeli. Her kurum ve kuruluşun Anayasa ve yasalarda belirlenen görevi, sorumluluğu ve konumu bellidir zaten. Ve herkes yasal sınırlar içinde kalmak zorundadır.

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi: İhtilaller hem ülkeyi hem orduyu zayıf düşürüyor. 1950'den sonra devlet iki başlı bir yönetim görüntüsüne girdi. Milli iradeye bütün devlet organizması tabi olsa, bizim bugün dünyada ve bölgede etkinliğimiz artar. Hem ülke hem yönetim huzurlu olur. Ahmet Dinç - Ankara


Hukukçulara göre, Yassıada mahkeme değil, askerî organ

Yassıada'daki darbe mahkemesi, 3 idam, 12 müebbet hapis ve yüzlerce kişiye hapis cezası verdi. Zaman'da yayımlanan belgelere göre Mahkeme Başkanı Salim Başol, Başbakan'a ve bakanlara "Susmazsanız sustururum. Oturun yerinize. Kes deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. Kısa kes, az konuş. Boş laf dinleyecek vaktim yok." gibi azarlayıcı ifadeler kullanıyordu. Hukukçular, bu mahkemeyi hukuki bulmuyor. Siyasi ve askerî bir organ olarak değerlendiriyor. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiğine dikkat çekiyor. Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." ifadesini kullanıyor.

AİHM'ye başvurulsaydı Türkiye mahkum olurdu

47 yıl sonra açılan belgeler Yassıada'daki mahkemenin işleyişini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, olağanüstü mahkeme olarak nitelendirdiği Yassıada Mahkemesi'nin kuruluşunun ve yargılama biçiminin hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bu mahkemenin ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan doğal yargıç ilkesine aykırı olduğunu vurgulayan Selçuk, adil yargılama ilkelerinin ihlal edildiğini kaydediyor. Selçuk, Yassıada'nın yargı tarihi açısından kötü bir örnek olduğunun altını çizerek şöyle devam ediyor: "Hem kuruluşu hem yargılama biçimi hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. Bu bakımdan benzer yargılamaların tekrarlanmaması için önemli bir ders olduğu kanısındayım. Ben o dönemde görev yapsaydım böyle bir mahkemede görev almazdım. Orada verilen kararların hukuki tabanı da yanlıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuru imkanı olsaydı Türkiye adil yargılanma hakkı açısından mahkum olurdu."

Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, Yassıada Mahkemesi'nin suç işlendiği iddia edilen tarihten sonra kurulduğu için doğal yargıç ilkesine aykırı olduğuna dikkat çekiyor. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" şeklindeki ifadesinin mahkemenin hukuki açıdan ne kadar sakat olduğunu gösterdiğini söyleyen Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." diye konuşuyor. Kardaş, Başol'un sanık ve tanıklara karşı takındığı azarlayıcı ve aşağılayıcı tutumun son derece yanlış olduğunu belirterek yüksek kürsüde oturmanın hakime, suç işlemiş bile olsa kimseye hakaret etme ve aşağılama hakkını vermediğini dile getiriyor. Murat Aydın, Ankara


Menderes'in avukatı: Beni mahkemeden atıp askere aldılar

Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes'in avukatlığını üstlenen Talat Asal, 47 yıl sonra açılan belgelerle gün yüzüne çıkan baskıları bizzat yaşamış. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un sert tavırlarına en çok muhatap olanlardan biri. Asal, Yassıada duruşmalarının hukuk tarihinde görülmemiş bir olay olduğunu vurguluyor. Mahkemenin tutumuyla ilgili yayınlananların daha fazlasına maruz kaldıklarını dile getiren Asal, kendisinin bir duruşmada salondan yaka paça atılışını şöyle anlatıyor: "İmar davası sırasında şahit olarak gelen umum müdürü bir konuşma yapıyordu. Soru sormama müsaade etmedi Başol. 'Soracağım, sormayacaksın' tartışmasından sonra beni dışarı attı mahkeme başkanı. Ertesi gün beni 'askerlik yapmadı' diye askere aldılar. Halbuki böyle bir durum yok. Ben askerliğimi 31. Piyade Alayı'nda yedek subay olarak yapmıştım. İşte hep böyle komediydi." Sanıkların avukatlarla görüştürülmemesi için her türlü yola başvurulduğunu anlatan Asal, "Hiçbir şekilde müdafaa hakkı verilmedi. Benim Adnan Menderes ile ilgili 10 davam vardı ve bunun için bize tanınan süre yarım saatti. Bazı sanıkların tek davası vardı; ancak onlar da bizim gibi müvekkili ile yarım saat görüşüyordu. Haysiyetsiz, insafsız ve hayırsız bir sistemdi." yorumunda bulunuyor. Özellikle üç davanın tamamen ciddiyetten uzak olduğunu vurgulayan Talat Asal, bugünlerde 'don', 'cımbız' ve 'köpek' davasını karikatürize eden bir kitap hazırlıyor.


09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor-Yansımalar 2] Menderes'in dinlenmesinin sebebi devlet içindeki güvensizlik

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346160


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi


[Yassıada'nın karakutusu açılıyor-Yansımalar 2] Menderes'in dinlenmesinin sebebi devlet içindeki güvensizlik


Zaman'ın 5 gün boyunca yayınladığı Yassıada belgeleri, 27 Mayıs ihtilali ve sonrasındaki sürecin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Gizliliği 46 yıl sonra kaldırılan mahkeme tutanakları ve yazışmalar, birçok tarihi olayı gün yüzüne çıkardı. Bunlardan biri, Türkiye'nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığı gerçeğiydi.


Demokrat Parti iktidara gelir gelmez Başbakan Adnan Menderes'i dinlemek için PTT bünyesinde kurulan özel birim, günümüzde de gündemden düşmeyen 'telekulak' olayının ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne seriyor. Başbakan, cumhurbaşkanı ve bakanların dinlenmesini yorumlayan

eski istihbaratçılardan Mahir Kaynak, bunu nedenini devlet içindeki keskin ayrılıklara bağlıyor. Kaynak, "Devlette birbirine güvenmeyen yapılar olduğu için dinleme yapılıyor. Adnan Menderes döneminde de bu oldu. Ne gereği var? Oturup konuşmak dururken." tepkisini yapıyor. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, gerek Menderes döneminde gerekse şimdi yapılan dinlemenin arkasına ve önüne bakmanın önemine işaret ederken, eski Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz "Bir devlet reisinin dinlenmesi ayıp ve suç teşkil eder." ifadelerini kullanıyor. İnsan Hakları Derneği Başkanı Yusuf Alataş, yasal olmayan çalışma için 'ürkütücü' yorumunda bulunuyor. Hukuk ve Yaşam Derneği Başkanı Nurullah Albayrak ise yapılanı hiçbir akla mantığa sığdıramadığını vurguluyor.

Araştırmacılara açılan Yassıada arşivindeki belgelere göre DP'nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle birlikte PTT içinde özel bir dinleme birimi oluşturulmuş. Kime bağlı çalıştığı konusunda bilgi verilmeyen birim, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmalarını 'temin etmiş'. Eski MİT mensubu Mahir Kaynak, böyle bir şeye neden ihtiyaç duyulduğunu izah ederken, toplumdaki güven eksikliğine dikkat çekiyor. Özellikle devlette birbirine güvenmeyen yapılar olduğu için dinlemenin yapıldığını düşünen Kaynak, 'dinlemeyi kesin, yapılmayacak' demenin hiçbir anlamının bulunmadığını savunuyor. Kaynak, sorunun temeline inilmesi gerektiğini, aspirin vermekle bünyenin iyileşemeyeceğinin altını çiziyor. Ardından şu tavsiyeyi yapıyor: "Dinleme, devlet tek ve bütün olursa biter."

Tantan: Yasal altyapıda eksiklikler var

Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, gerek Menderes dönemindeki gerekse bugünkü telekulak hadiselerinin arkasına ve önüne bakılmasını istiyor. Dinlemelerin yasal altyapısının nasıl düzenlendiğinin iyi analiz edilmesi gerektiğine dikkat çeken Tantan, kanunsuz uygulamaların tek karşılığının ceza olduğunu belirtiyor. Bu konuda önemli eksikler bulunduğunu kaydeden Tantan, "Bu altyapı neden yok; ayakları yere oturmuyor. Neden kimseyi memnun etmiyor?" sorularını yöneltiyor.

Enis Öksüz: Dinleme hukuk çerçevesinde yapılmalı

Eski Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz ise dinlemenin istihbarat birimleri açısından son derece önemli olduğuna işaret ediyor. Ancak bunun hukuk çerçevesinde ve en son noktada yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Öksüz, şöyle devam ediyor: "Gönül ister ki hiç olmasın; ama meleklerle yaşamıyoruz. İllegal dinlemenin de olduğunu düşünüyorum. Bu da engellenemez. İşte ortaya çıkıyor. Devlet içinde dinlemeler var. Bu hep olacaktır. Bu hiç bir zaman bitmeyecektir. Ben Ulaştırma Bakanı olduğum ilk gün 'telefonumu herkes dinleyebilir' dedim. Kimseden bir şey saklamıyorum. Çok şeffafım. Şimdi de dinlense umurumda değil. Ama keşke olmasa."

Ürkütücü, kabul edemiyorum

İnsan Hakları Derneği Başkanı Yusuf Alataş da bir başbakanın dinlenmesini 'ürkütücü' tabiriyle yorumluyor. Bunu kabul edemediğini aktaran Alataş, yasal olmayan uygulamaların hâlâ devam ettiğini hatırlatıyor. Alataş, "Askeri otoritenin sivil otoriteye güvenemediğinin bir göstergesi bu. Başbakanı dinlemek ne demek? Milyonlarca kişi oy vermiş. Gönül vermiş, güveniyor. Birileri güvenmiyor." diyor. Yusuf Alataş, dinlemenin yasayla değil demakrotikleşme ve şeffaflaşmayla çözüleceğini savunarak, şu ilginç anekdotu aktarıyor: "Dernekte bir konuyla ilgili ertesi gün basın açıklaması yapalım diyoruz. Kimsenin haberi yok. Bir saat sonra emniyet arıyor: 'Başkanım ne zaman açıklama yapacaksınız' diye. Biz kimseye söylemedik siz nereden duydunuz, diyoruz. Cevap yok. Her an biz de dinleniyoruz."

Akla ve mantığa sığdıramıyorum

Hukuk ve Yaşam Derneği Başkanı Nurullah Albayrak, hadiseyi hiçbir akla mantığa sığdıramadığını söylüyor. Devlet içinde kendilerini ülkenin koruyucusu olarak gören illegal yapıların bulunduğunu iddia eden Albayrak, dinlemenin bu seviyelere kadar inmesinin devletin önce kendisine sonra milletine olan güvensizliğiyle açıklanabileceğiyle ifade ediyor. Albayrak, dinleminin ancak ve ancak çok büyük suç örgütlerinin takibinin yapılmasında yine legal çerçevede olabileceği gerektiğini kaydediyor.

Araştırmacılara açılan Yassıada arşivindeki telekulak kayıtlarının bir bölümü 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından talep üzerine mahkemeye gönderilmiş. Yassıada'daki Soruşturma Kurulu, Ankara Telefon Müdürlüğü'ne bir yazı yazarak, cumhurbaşkanı ve başbakan başta olmak üzere birçok bakan ve milletvekilinin telefon görüşmeleri hakkında bilgi istemiş. Cevabî yazısında mahkemenin talebini yerine getiren PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinlemesi yapılan telefonlardan kimlerle ve ne kadar konuşulduğuna dair bir listeyi de teslim etmiş. PTT'nin 15 Aralık 1960 tarihinde Soruşturma Kurulu'na gönderdiği cevabi yazıda şu ifadeler yer alıyor: "Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra hususi bir pozisyon tefrik ettirilmiş ve cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmaları grup şef ve yardımcıları tarafından temin edilmiştir... Bahis konusu konuşmaları temin eden ve konuşmaların aksaksız olarak devam etmesi için arada sırada araya girerek dinlemede bulunan grup şef ve yardımcılarının ad ve soyadları ikinci listede sunulmuştur." PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinleme yaptığı telefonlarla ilgili bir listeyi de mahkemeye teslim etmiş.

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 5] İdamı istenen genelkurmay başkanının tarihî notları

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346139


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi


[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 5] İdamı istenen genelkurmay başkanının tarihî notları

Gizliliği 46 yıl sonra kaldırılan Yassıada arşivinde ilk araştırmayı yapan Zaman, yazı dizisinin son gününde yine tarihî nitelikteki belgeler yayınlıyor.


27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cunta, sadece siyasîleri değil Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en tepesindeki ismi de yargıladı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun hakkında idam isteniyordu. Suçu, demokrasiden taviz vermemesi idi. Milli Birlik Komitesi son anda cezasını müebbete çevirmese o da Adnan Menderes gibi son nefesini darağacında verecekti.

Tutukluluk döneminde küçük rütbeli subayların bile hakaretine maruz kalan Paşa'nın el yazısıyla tuttuğu notlar da Yassıada belgeleri arasından çıktı. Erdelhun'un evraklarına el koyan Yassıada Mahkemesi, bunları 'soruşturmaya ışık tutacak belgeler'den saymış. 17 ve 26 Mayıs 1960 tarihli notlar, Erdelhun'un demokrasiye ve sivil otoriteye gösterdiği saygıyı ortaya koyuyor. Paşa, notlarında şöyle diyor: "Türkiye ve Türk milleti Müslüman'dır. Türk askerinin şiarı devletin, hükümetin ve genelkurmayın personeli olmasıdır. Hükümet-i reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir." Paşa'nın görevi başında tuttuğu notlar suç unsuru taşımasa da Genelkurmay Başkanı'nın olaylara yaklaşımını göstermek için Soruşturma Kurulu tarafından belgeler arasına alınmış.

Erdelhun, entelektüel bir askerdi. İngilizce, Fransızca ve Japonca biliyordu. Demokrasiye inanıyordu. Onca sun'î gerilime rağmen görev yaptığı iki yıllık süre içinde siyasi otoriteyi zor durumda bırakacak bir komplonun içinde yer almadı. Bu özelliği, ordu içindeki cuntacıların tepkisini çekmişti. 27 Mayıs darbesinin ardından gözaltına alındı. Evindeki ve makamındaki bütün evraklarına el kondu. Yazılı olarak tuttuğu notlar da alınan evraklar arasındaydı. İşte yıllar sonra Erdelhun'u yakından tanıma imkânı veren notlardan satırbaşları: "Ordunun görevleri hükümetin siyasetini ve mahiyetini temin ve ülkenin huzurunu temindir. Parti mücadelesine ordu karışmamalı. Parti mücadelesinde ordu bitaraf olmalı. Silahlı gruplar millet otoritesi ve esasına dayanan hükümet icraatlarına mani olmamalı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 50 senedir görülmeyen hadiseler var. Silahlı Kuvvetler'in siyasete karıştırılmaması gerektiği bilinmeli ve bu konuda erbaşların kandırılmaması temin edilmeli. Türkiye ve Türk milleti Müslüman'dır. Türk askerinin şiarı devletin, hükümetin ve genelkurmayın personelidir. Hükümeti reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir. Ordunun görevleri, hükümetin siyasetini ve mahiyetinin huzurunu temindir. Demokratik memleketlerde gaye ve rejim ne ile değişir? Ordu, memleket ve otoriteye asayişi temininde aciz midir? Katibesi ordunun asayişi ve hükümet otoritesini temin mahiyetindedir. Ne Türk milleti ne de Türk ordusu birbirlerini töhmete layık değildir. Bir memlekette her şey kanun ve adaletle olacak. Ordu birkaç yüz mektep talebesinin veya sokak maiyetinin bir kahramanı olmayacaktır. Siyasete karışmayın. Hükümet aleyhtarlığı beyanında bulunan subay ve erbaşlara ihtar verilmesi gerekir. Ordu ancak hükümetin emrinde devletin nizamını korumaya memurdur."

Huzura mani olan hareketlerin analizi bölümünde ise Erdelhun'un notlarında şunlar yazılı: "İstanbul ve Ankara'da cereyan eden hadiseler. Eskişehir'de hava subayları meseleleri, hadiselerin analizi, toplantılar, nümayişler, hükümet aleyhtarlığı, hükümet darbesi rejim değişikliği ve bunu yapanların konumları."

Org. Rüştü Erdelhun, memleketin huzuru için gerekirse kendisinin değiştirilmesinin bile düşünülebileceğini ifade etmiş. Her ne kadar ihtilal düşüncesi olanlardan bahsetse de bunun gerçekleşebileceğine inanmamış: "Bir avuç mektep talebesinin 7 subay ve 60 subaydan oluşan oldukça mühim ve her türlü imkâna malik bir gaziyi hiçe sayarak hükümet otoritesini şahsi ilkelerine meydan verilmeyeceğini katiyetle esef ederim."

Cunta rütbelerini söktü Genelkurmay törenle defnetti

Org. Rüştü Erdelhun, Kayseri Cezaevi'nde 1 yıl kaldıktan sonra afla özgürlüğüne kavuştu. Ölümüne kadar hiç konuşmadı. Cunta, rütbelerini söküp er statüsünde yargılamıştı Rüştü Paşa'yı. Ancak bu yanlışı TSK kabullenmedi. 1983'te vefat ettiğinde Genelkurmay Başkanlığı önünde devlet töreni düzenlendi. Törene zamanın Genelkurmay Başkanı Nurettin Ersin ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun katıldı. Şehitlerin ve diğer askerlerin gömülü bulunduğu Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi. Genelkurmay'ın resmi internet sitesinde ismi geçmiş genelkurmay başkanları arasında bulunuyor. Er statüsüne sokulduğu döneme saygı gereği hiç değinilmiyor.


Avukatlarımla görüşmeye ne kadar muhtacım...

Yassıada'da tutuklu bulunan siyasilere inanılmaz suçlamalar yöneltiliyordu. Avukatlarıyla birlikte savunma hazırlamaları en doğal haklarıydı. Ancak bu bile engelleniyordu. Yassıada belgeleri arasında Menderes'in kendi el yazısıyla yaptığı serzenişler dikkat çekiyor. Menderes, Yassıada Komutanlığı'na yazdığı yazıda, "Avukatlarımla görüştürülmeye ne kadar muhtacım" diyor. 4 Aralık 1960 tarihli mektupta şu satırlar yer alıyor: "Bendeniz 6 ayı geçen uzun bir müddet tam tecrit halinde bulundum. Meseleleri ve hadiseleri hatırlamakta hatalı vaziyetlerde kalmam tabii. Dosyaları tetkik ise ancak avukatlarca mümkün. Bu hususlar nazar-ı itibare alınınca avukatlarla görüşmenin ne kadar zaruri olduğu takdir buyurulur. Bu vaziyetin bendenizi nasıl bir imkânsızlık içinde bıraktığını izahla tasdîden içtinab ederim. Duruşma olduğu gün ve arada öğle tatillerinde avukatlarımla görüşebilmek imkânının bahşolunması bendeniz için büyük bir lütuf olabileceği gibi durumumuzda bir icab-ı telakki olunarak ve bu dilekçe ile müracaatımın mazur görülmesini ve mazuratımın hüsn-ü kabulünün ve salahiyetli yüksek makamlara arz eylerim." Menderes'in bu mektubunun altına, "Kanuni imkânı yoktur." şeklinde bir not düşülmüş.


Elbisesi Kızılay'a verilecekmiş

Yassıada belgeleri arasından çıkan en ilginç vesikalardan biri Adnan Menderes'in elbisesi ile ilgili. Yassıada yönetimi, Menderes'in elbisesini Kızılay'a vermeyi planlamış. Bu karardan son anda vazgeçilmiş. İstanbul Örfi İdare Kurulu ile Marmara Deniz Kumandanlığı arasındaki 15 Temmuz 1960 tarihli yazışma şöyle: "Adnan Menderes'in elbisesinin Kızılay'a verilmesi, durum icabı uygun görülmemiştir. Elbisenin Menderes'e teslim edilmesini arz ederim."


Berin Hanım'a gitmeyen mektup

Belgeler arasında Adnan Menderes'in, eşi Berin Hanım'a yazdığı ancak ulaştırılmayan bir mektup da bulunuyor. Darbeden sonra Harp Okulu'nda tutulan daha sonra Yassıada'ya gönderilen Adnan Menderes, adaya varır varmaz eşine bir not yazmış. Ancak bu not Yassıada yönetimi tarafından muhatabına gönderilmemiş. Yazı şöyle: "Yassıada'dayım, istersen İstanbul'a gel. Her ikinize hasret, sevgiler iyiyim."


Kendisine ait Kur'an-ı Kerim'i bile almışlar

Boğazlar ve Marmara Deniz Kolordu Kumandanlığı Karargahı'ndan Yassıada Garnizon Kumandanlığı'na gelen 2 Temmuz 1960 tarihli bir yazı Menderes'in odasındaki Kur'an'ın alınmasını emrediyor. Gerekçe 'Menderes'in Kur'an'ı okuyamaması ve kendisini zehirlemek maksadıyla kullanmayı düşünmesi.' Oğlu Aydın Menderes böyle bir hadiseyi şu ana kadar duymadığını söylüyor. Kur'an'ı okuyamadığı iddiasını kabul etmeyen Aydın Menderes, "Bu yapılan Yassıada'da uygulanan keyfiliklere bir örnektir." diyor. Belgede şu ifadeler yer alıyor: "İstanbul Valiliği'nden alınan bir yazıda Adnan Menderes'in elinde bir Kur'an bulunduğu, bunu okuyamadığı, kendisini zehirlemek gibi bir maksat için kullanabileceği bildirilmekte ve bunun bir başkası ile değiştirilmesi istenmektedir. Bu sebepten Kur'an'ın münasip bir şekilde bilahare iade edilmek üzere alınması ve tedarik edilecek diğer bir Kur'an'ın kendisine verilmesini rica ederim."


Son savunma: Ortada ne diktatörlük var, ne diktatör

54 oturumluk maratonda sona yaklaşılmıştı. Eski başbakan, son savunmasını el yazısıyla kaleme aldı. Menderes'in idamdan önceki son sözleri özetle şöyle: "Dikta rejimi kurmak maksadını gütmediğimizi hadiseler bugün daha açık göstermektedir. Ortada ne diktatörlük vardı ne de diktatör. Muhayyel diktatör hangi kuvvete dayanıyordu. Kabineye mi? Meclis grubuna mı? Kabineye veya hükümet azalarına karşı elinde hangi zorlayıcı kuvvet ve imkânı vardı? Değil gruba karşı, grubun herhangi bir azasına, bir milletvekiline karşı kullanabileceği herhangi bir cebir vasıtasına mı sahipti? Muhalefetin her ağız açışta ateşler püskürdüğü gayelerinin en acı dille hücumda olduğu bir hengamede her milletvekilinin genel kurul üyelerinin grup idare heyeti azalarının veya topyekûn grubumun çekinecek korkacak hiçbir şeyle karşı karşıya bulunmadığı bir âlemde diktatörlükten bahse imkan var mıdır? Hakikat şudur ki dikta rejimine gidilmek istenirse en evvel bir silaha, bir silahlı kuvvete dayanmak ihtiyacı duyulur. Halbuki Silahlı Kuvvetlerimizin en küçük birliğinin başında bulunan subayından en büyük kumandanlara kadar hiçbirisine bu zeminde bir anlaşma dahi hazırlayacak en ufak bir temas ve teşebbüs dahi olmamıştır..."


09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 2] İktidara geldiği gün Menderes'i dinlemek için özel birim kurmuşlar

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346121


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi


[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 2] İktidara geldiği gün Menderes'i dinlemek için özel birim kurmuşlar

Yassıada belgeleri, Türkiye'nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığını ortaya çıkardı. DP iktidara gelince Menderes'i dinlemek için PTT bünyesinde özel birim kurulmuş.


Başbakanlık'ın kamuya açtığı Yassıada belgeleri, Türkiye'nin demokrasiye geçtiği gün telekulakla tanıştığını ortaya koyuyor. 1950 yılında Demokrat Parti (DP) işbaşına gelir gelmez PTT içinde özel bir dinleme birimi oluşturulmuş. Kime bağlı çalıştığı konusunda bilgi verilmeyen birim, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmalarını 'temin etmiş'. Kayıtların bir bölümü 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından talep üzerine mahkemeye gönderilmiş.

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yassıada'nın duruşma tutanaklarını ve yazışmaları araştırmacılara açtı. Arşivler üzerindeki ilk araştırmayı yapan Zaman, resmî tarihi değiştirebilecek nitelikteki belgeleri yayınlamayı sürdürüyor. 3 bin 200 klasörden oluşan arşivdeki en önemli belgelerden biri telekulakla ilgili. Yassıada'daki Soruşturma Kurulu, Ankara Telefon Müdürlüğü'ne bir yazı yazarak, cumhurbaşkanı ve başbakan başta olmak üzere birçok bakan ve milletvekilinin telefon görüşmeleri hakkında bilgi ister. Cevabî yazısında mahkemenin talebini yerine getiren PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinlemesi yapılan telefonlardan kimlerle ve ne kadar konuşulduğuna dair bir listeyi de teslim etmiş.

PTT'nin 15 Aralık 1960 tarihinde Soruşturma Kurulu'na gönderdiği cevabi yazıda şu ifadeler yer alıyor: "Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra hususi bir pozisyon tefrik ettirilmiş ve cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmaları grup şef ve yardımcıları tarafından temin edilmiştir... Bahis konusu konuşmaları temin eden ve konuşmaların aksaksız olarak devam etmesi için arada sırada araya girerek dinlemede bulunan grup şef ve yardımcılarının ad ve soyadları ikinci listede sunulmuştur." PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinleme yaptığı telefonlarla ilgili bir listeyi de mahkemeye teslim etmiş.

Menderes de CHP'yi dinletmiş

Başbakan Menderes, bir yandan dinlenirken diğer yandan da CHP'yi takip ettirmiş. Menderes, buna gerekçe olarak ülkedeki önlenemeyen olayların bu partiden kaynaklanmasını gösteriyordu. Kayıtların en çok dikkat çekeni eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'e ait. Ankara Milletvekili Ecevit, CHP lideri İsmet İnönü'nün gözdelerinden biriydi. Telefon konuşmalarında Hıncal Uluç, Mehmet Ali Kışlalı ve Turhan Dilligil'in sokaktaki olaylara karıştığından bahsediliyor. Dinleme kayıtlarından bazıları şöyle:

..................

Tahkikat Komisyonu'nun açıklanamayan raporları

DP, ülkedeki eylemlerin kaynağını bulmak için Meclis'te bir tahkikat komisyonu kurdu. Komisyon ilk iş olarak CHP'yi takip etti. CHP'li vekillerin olayların organizasyonunu üstlendiğini tespit eden komisyon çalışmalarını tamamlayamadan darbe oldu. İşte kamuoyuna ilk kez yansıyacak raporlardan bazıları:

20 No'lu karar: Olaylarda öncü rol oynayan üniversite talebelerinden Osman Dağlıoğlu CHP ile ilişki içinde.

Komisyonun 25 Mayıs 1960'ta dinlediği Mehmet Erözer isimli bir şahsın sözleri: İstanbul Beyazıt Meydanı'ndaki talebeleri Halk Partisi'nin faal azalarından bir bayan sevk ve idare etmektedir.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un evrakları arasından çıkan N.Yersel'e ait bir istihbarat yazısı: "25 Mayıs'ta Kızılay'da toplanan kalabalığa CHP milletvekillerinden Selim Soley konuşma yaptı; Meclis'te çıkan kavgada güçlü oldukları için DP'lilere karşı galebe geldiklerinden söz etti."

...............

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 1] Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubu Yassıada'nın 46 yıllık sır belgeleri aydınlanıyor

http://www.zaman.com.tr/dizi.do?dizino=5


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi


[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 1] Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubu
Yassıada'nın 46 yıllık sır belgeleri aydınlanıyor

Başbakanlık Yassıada belgeleri tek tek tasnif edilerek kamunun hizmetine sunuldu.


Arşivdeki ilk araştırmayı yapan Zaman, resmî tarihi değiştirebilecek çok sayıda belgeye ulaştı.

46 yıllık sırlar ortaya çıkıyor

27 Mayıs 1960 sabahı radyodaki ses, her zaman haberleri okuyan spikerden farklıydı. Genç bir albay, ordunun yönetime el koyduğunu duyuruyordu. 10 yıllık DP iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi rafa kalkmıştı. O gün Türkiye için, kendi başbakanını asacak bir süreç başlıyordu. Daha önce kimsenin adını duymadığı Yassıada'da yakın tarihin en büyük siyasi davası başladı. Yassıada'yla ilgili çok şey söylendi. Ancak belgelerin diliyle o süreci anlatmak mümkün olmadı. Aradan 46 yıl geçti. Duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi'nin elinde bulunan belgeleri teslim alan Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, bunları araştırmacılara açtı. Yassıada belgeleri 3 bin 527 ayrı klasörden oluşuyor. Belge adedi 100 bini geçiyor.

Belgelerin arasından 46 yıllık yanılgıyı değiştirecek bir mektup çıktı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, 27 Mayıs darbesinden 24 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup vermişti. Bugüne kadarki resmi bilgilere göre, Başbakan Adnan Menderes, ülkedeki gelişmelerle ilgili olarak uyarılıyordu. Bu haliyle Yassıada duruşmalarında okundu; Resmi Gazete'de yayımlandı. Ancak gerçek farklıydı. Mektubun orijinalinde Gürsel, birtakım önlemler isterken ilginç bir talepte bulunuyordu: "Menderes'i halk çok seviyor. Cumhurbaşkanlığına getirilmeli." Ancak bu bölüm kayıtlardan çıkarıldı; devlet kurumlarına bile sansürlü hali verildi. Mektubun değiştirildiği iddiası daha önce Alparslan Türkeş'in anılarında gündeme gelmiş; ancak bugüne kadar mektubun aslını kimse görmediği için bu iddia havada kalmıştı.

Demokrat Parti iktidarı 1960 baharında zorlanmaya başlamıştı. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı olaylar iktidara fatura ediliyordu. DP'liler ise sokak hareketlerini CHP'nin organize ettiğini düşünüyordu. İktidar, olayların ardındaki gerçeğin ortaya çıkartılması için Meclis'te bir Tahkikat Komisyonu kurmuş ve komisyona geniş yetkiler vermişti. Ankara ve İstanbul'da daha sert tedbirler alınması için Örfî İdare kurulmuş; başına askerler atanmıştı. Ancak tüm bu girişimler hükümet karşıtı cepheyi sertleştirmekten başka bir işe yaramadı. DP üzerindeki baskı artıyordu. 3 Mayıs'a gelindiğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Gürsel, Adnan Menderes'e takdim edilmek üzere bir mektup yazıp Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e verdi. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan hoşnut olmadıklarını belirten Gürsel, önerilerini 15 madde halinde sıralıyordu. 1. maddede Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın istifa etmesi isteniyordu ve "Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmedir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmeli." deniliyordu.

Ethem Menderes mektubu Adnan Menderes'e iletti. Mektup ne basına sızdırılmış, ne de kabine içinde tartışılmıştı. Cemal Gürsel ise mektuba 'muhtıra' misyonu biçmişti. Aradan bir ay bile geçmeden darbe geldi. Ülkenin idaresi Milli Birlik Komitesi'ne (MBK) geçmiş; 24 gün önce Menderes'e cumhurbaşkanlığını teklif eden Cemal Gürsel MBK'nın başkanı olmuştu. Gürsel'in tabiriyle 'milletin çok sevdiği Menderes' idamla yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderilmişti. Radyo ve gazetelerde her gün darbenin haklılığını ortaya koyan haberler yayınlanıyordu. MBK ihtilali meşru göstermek için Gürsel'in Ethem Menderes'e gönderdiği mektubu gündeme getirmişti. Mektup 12 Temmuz 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayınlandı. Hem Ethem hem de Adnan Menderes mektubun sansürlenerek yayınlandığını fark etmişti. Çünkü Menderes'i öven, "Cumhurbaşkanı olmalıdır." şeklindeki ifadeler Resmi Gazete'deki mektupta yer almamıştı. Ancak yapılacak bir şey yoktu. Başbakan ve bakanların makamlarındaki her türlü eşya ve evraka el konduğu için bu mektubun aslı da artık ellerinde değildi. Gerçeği ispatlamalarının imkânı yoktu. Yassıada duruşmaları başladığında Gürsel'in mektubu yine gündeme geldi. İstanbul-Ankara olaylarıyla ilgili davanın 4. oturumu devam ederken Mahkeme Başkanı Salim Başol, "Cemal Gürsel size gereken uyarıyı bir mektupla yapmış. Niçin gereğini yerine getirmediniz?" diyerek Menderes'i sıkıştırdı. Mektup okundu. Menderes'le ilgili kısım yoktu. Gürsel'in Menderes'i yücelttiği mektup, mahkeme salonunda devrik Başbakan'ı suçlayan bir metin haline dönüştürülmüştü.


[MEKTUBUN TAM METNİ

Aziz vekilim,

Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zatıâlilerine, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimi arz etmeyi milli ve vatani bir vazife bildim.

Sayın başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlar da benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de gene de görüşlerimin sizlere iblağının zaruretine inanıyorum.

Muhterem vekilim, şu hakikatı kabul etsek lazımdır ki, Kayseri hadiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve hükümete karşı telafisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. Hele ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması işin vehametini artırmış, ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, ordu politikaya karıştırılmıştır.

Sayın vekilim,

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, hükümet ve partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükunetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır:

1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.

2. Kabinede iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılması ve yeni kabine mutlak dürüst, makul zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır.

3. İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet müdürleri süratle değiştirilmelidir.

4. Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.

5. Ankara Örfi İdare kumandanı değiştirilmelidir.

6. Partilerin ocak, bucak teşkilatı kaldırılmalı, sadece vilayet merkezlerinde mümessiller bulundurmalıdır.

7. Parti faaliyetleri azami senede iki defa vilayet merkezlerinde ve mehdut partililerle yapılmalıdır.

8. Mevkuf gazeteciler bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir.

9. Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır, ilim müesseseleri yeniden faaileyete geçirilmelidir.

10. Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalıdır.

11. Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir.

12. Ordunun mes'eleleri süratle hal edilmelidir.

13. Din istirmacılığından vazgeçilmelidir.

14. Suiistimaller oluyor mu, bilmiyorum; fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lazımdır.

15. Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyükleri memleket gezilerinde suni büyük vatandaş toplulukları ile karşılaşmalar yapmak usulü kaldırılmalıdır.

Çok muhterem vekilim;

Bu yazdıklarım asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle değildir.

Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasını zaruri kıldığına inandığım için arz ediyorum. Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memleketten çok şeyler yaptığımız muhakkaktır, fakat bu da asla kâfi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları masumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kadar girerek talebeleri profesörleri beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi feci bir şeydir.

O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazıl gelmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz?

Sayın vekilim, maruzatım muhakkak ki, çok mühim ve hatta çok cüretkârânedir. Fakat memleket için, millet için, hükümet ve hatta partimizin selameti için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır.

Derin ve sonsuz hörmetlerimi sunarım.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL


TUTANAKLARA GÖRE MEKTUBUN TARTIŞILDIĞI AN

Başkan (Salim Başol): Kara Kuvvetleri Kumandanı bulunan ve halen Devlet ve Hükümet Başkanı olan Orgeneral Cemal Gürsel bir mektup yazmış. 3/5/1960 tarihli bu mektup inkılaptan sonra radyodan yayınlandı ve umumi efkâra bildirildi. Resmi Gazete'nin 12 Temmuz 1960 tarih ve 10549 sayılı nüshasının son safihesinde ilan edilmiştir, neşredilmiştir. Bu mektubu aldınız mı?

Ethem Menderes: Aldım efendim.

B: Ne oldu?

E.Menderes: Düşündüm, müteaddit defalar okudum. O günlerde bundan zarar gelmesi ihtimali suretiyle mektubu ifşaa etmemeyi lüzumlu gördüm. Fakat mektuptaki tekliflerden 1.maddesine ben vasıta olacak değilim. Ancak Sayın Başvekile arz edebilirdim. Ayaküstü Gürsel'den böyle bir mektup gelmiş olduğunu söyledim. Neler var, diye sordu. Birkaç maddesini kendisine söyledim.

B: Ayaküstü?

E.Menderes: Bilhassa 1. maddesini söyledim. Alttan birkaç maddesini okudum. 1. madde mühimdi. Onun üzerine sustu. Adeta lisanı haliyle şimdilik bunun üzerinde durmanın zamanı gelmediği gibi bir hal hissettim.

B: Maddelerden hiçbiri ele alınmış değil. (Salim Başol maddeleri tek tek okuyor. Ancak sürekli bahsi geçen 1. maddede Menderes'i öven kısımlar atlanıp, sadece uyarıcı kısımlar vurgulanıyor.) Demek ki böyle bir mektubu ayaküstü başbakana açabildiniz, o da şimdilik yapılacak bir şey yok dedi. Bu mektuptan kimseye bahsettiniz mi?

E.Menderes: Hiç kimseye efendim.

B: Yazık, bunu yazan daha o vakit üç silahlı kuvvetlerden birinin başıydı. Bence tek başına yazılacak bir şey de değil. Çünkü gayet mühim ve tehlikeli. (Adnan Menderes'e dönerek) Peki siz bu mektup hakkında ne muamele yaptınız?

A.Menderes: Bu mektubu şimdi dinliyorum beyefendi.

B: Hiç göstermedi mi?

A.Menderes: Hayır beyefendi. Yalnız Gürsel Paşa'dan bir mektup aldığını söyledi... Bu metni aynen görmüş olsaydım..

B: O vakit lüzum hissetmemişsiniz, şimdi hayati olduğu anlaşılıyor. Hisleri şifahi olarak açmak var, bir de kâğıt üzerine dökmek var. Kâğıt üzerine dökünce ehemmiyet peyda eder.

A.Menderes: Beyefendi nasılsa gafletime gelmiş, ben bunu okumadım. Bu haliyle asla ve kat'a bana anlatılmış değildir.

B: Diğer arkadaşlarınız duymadı mı?

A.Menderes: Hayır beyefendi ayak üzeri konuşuldu.

B: İnkılaptan 24 gün evvel alınmış bir yazı, ehemmiyetli. Peki, münderecatına vukuf peyda etseydiniz ne yapardınız? Böyle bir mektup geldiği halde arkadaşlarınızla paylaşmamanız fahiş bir hata.

A.Menderes: Ehemmiyetli bir mektup olduğunu bilseydim elbette çeker alırdım.


Aydın Menderes: 'Mektubun ortaya çıkması en büyük arzumdu'

Orgeneral Gürsel'in mektubunun sansürlendiğinin ortaya çıkması en çok Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes'i sevindirdi. Tarihî bir gerçeği aydınlattığı için Zaman'a teşekkür eden Menderes, en büyük arzusunun gerçekleştiğini söyledi. Menderes, şöyle devam etti: "Tarihe ışık tutacak son derecede önemli bir belge gazeteniz aracılığıyla ortaya çıkarılmıştır. Mektubun 27 Mayıs'tan sonra değiştirildiği birinci derece tanıkların beyanlarıyla biliniyordu. Ancak mektubun aslı ortada yoktu. Şimdi mektup orijinaliyle karşımızda durmaktadır. Darbecilerin tarihî belgeleri tahrif ederek, milletine yalan söyleyerek işe başladığını bütün çıplaklığıyla göstermektedir. Artık kimse bu mektup değiştirilmiş iddiasını görmezlikten gelemez. Bu önemli belgenin 27 Mayıs'ı yeni bir boyuta taşıyacağı kesindir. Tarih yazımını değiştirecek yeni bir belgeyle karşı karşıya gelinmiştir. Kendim tatmin olmak için değil ama bu gerçeğin tam olarak ispat edilmesi ve gerçek deliline kavuşması için böyle bir belgeye ulaşılması en büyük arzumdu. Bunu işittiğim vakitte çok büyük bir heyecan ve memnuniyet duydum."

Menderes'in avukatı Talat Asal da Zaman'ın tarihî bir görevi yerine getirdiğini kaydetti. Asal, şöyle dedi: "Bu mektubun orijinal halini ortaya çıkarmış olmanız tarihî bir öneme sahip. Mektup yıllarca sansürlü haliyle takdim edildi ve o şekilde değerlendirme yapıldı. Aslının bulunmuş olması gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Rahmetli Adnan Menderes mektubun kendisiyle ilgili olan kısmını biliyordu. Ancak bu mektup tahrif edilmiş haliyle okunduğu için bir şey demedi. Çünkü oradaki şartlar farklıydı. Bunu ispat edebileceğiniz bir durum yoktu. Söylemesi de bir şey değiştirmeyecekti. Ayrıca Celal Bayar'la ters bir duruma düşmenin uygun olmayacağını düşündü. Ancak bu mektup sansürlenmeden okunsaydı durum çok farklı olurdu."


09 Eylül 2006, Cumartesi

Tuesday, December 11, 2007

CHP'li Haluk Koç'tan itiraf : 367 şartı inandırıcı değildi

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=623603

Zaman , 11 Aralık 2007, Salı

CHP'li Haluk Koç'tan itiraf: 367 şartı inandırıcı değildi


Haluk Koç, mahkemede nöbet tutmuştu
Mart ayındaki kurultayda genel başkanlık için Deniz Baykal'la yarışacak olan CHP eski Grup Başkan Vekili Haluk Koç, Meclis'i kilitleyen 367 tezi ile 27 Nisan bildirisi konusunda çarpıcı açıklamalarda bulundu.


Koç, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ortaya atılan '367 şartını inandırıcı bulmadığını' söylüyor. Partisinin 27 Nisan bildirisine yönelik tavrını da eleştiren Koç, "O gün 'demokratik ve meşru zeminde anamuhalefet partisi olarak ben siyasi ve hukuksal mücadeleyi yaptım. Bu benim işim kardeşim, bu benim görevim. Başkasının yorum yapması gerekmiyor' şeklinde bir değerlendirme yapıp, tavrımızı ortaya koymamız gerekirdi." diyor. 5 yıl boyunca partinin TBMM grup başkan vekilliğini yapan Haluk Koç, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde 367 tezini savunan isimlerin başında geliyordu. Hatta Meclis'teki ilk tur oylamanın hemen ardından '367 şartı uygulanmadı' iddiasıyla iptal için Anayasa Mahkemesi'nin yolunu tutan da kendisi olmuştu. Haluk Koç, düştüğü bu çelişkiyi şöyle izah ediyor: "Bireysel olarak aklım yatmasa da, bu bir parti politikası olarak uygulandı. Benim, grup başkan vekili olarak partinin oluşturduğu politikaları Meclis'te uygulama görevim vardı."

22. yasama döneminin en ateşli CHP'lisi olarak bilinen eski Grup Başkan Vekili Haluk Koç, bir süredir Deniz Baykal'ı koltuğundan indirmenin hesaplarını yapıyor. Haluk Koç, CHP'nin neden başarılı olamadığını irdelerken, solun halktan uzaklaştığını belirtiyor. 1970'lerde Ecevit'li CHP'nin yüzde 42'lere kadar çıktığına dikkat çeken Koç, merhumun, 1971 muhtırasına karşı anamuhalefet partisinin genel sekreteri olmasına rağmen görevinden istifa ettiğini hatırlatıyor. Ardından şöyle devam ediyor: "İktidarda Demirel vardı ama muhalefetteki Ecevit 'bu, demokrasiye yapılmış bir darbedir' diyerek partisinin genel sekreterliğinden istifa etti. Bu bir sivil duruştur, demokrasiye sahip çıkmadır. Ecevit, bir yıl sonra genel başkan oldu. Halkla iç içe olan CHP 1973'te yüzde 33'le birinci parti oldu. Demokrasiyi koruyarak ve kendi içinde uygulayarak 1977 seçimlerinde ise yüzde 42 oy aldı."

Haluk Koç, 2000'li yılların başında Deniz Baykal'ın ortaya koyduğu 'Anadolu solu'nun önemli bir açılım olduğunu; ancak içinin doldurulamadığını vurguluyor. Anadolu'nun geleneksel yapısıyla sosyal demokrasinin birbiriyle çelişmediğine işaret eden Koç, buna, "Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir." hadisini örnek gösteriyor.

Mahkemede nöbet tutmuştu

CHP, Meclis'teki Köşk oylamasını Anayasa Mahkemesi'ne aynı gün taşımak için ilginç bir strateji izledi. Parti yönetimi, mahkemeden saat 17.00 için randevu aldı. Genel Kurul'daki görüşmeler uzayınca Grup Başkan Vekili Haluk Koç, önceden Yüksek Mahkeme'ye gelerek mesainin uzamasını sağladı.

'Anayasa net, 367 gerekir' diyordu

'367 şartı'nı pek inandırıcı bulmadığını belirten Haluk Koç, grup başkan vekilliği görevindeyken bu iddiayı sıkça dile getirmişti. Koç, seçimlerin ilk tur oylamasının hemen ardından da '367 şartı uygulanmadı' iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'nin yolunu tutmuştu. Koç, 367'nin gerekliliğini o günlerde şöyle dile getiriyordu: "Anayasa'nın 102. maddesi çok nettir. Bu maddede karar yetersayısı ve toplantı yetersayısıyla ilgili özel ve istisnai düzenleme getirilmiştir. Buna göre cumhurbaşkanı seçimi her aşamada gizli olacaktır ve üçte iki çoğunlukla yani 367 katılımla yapılacaktır. Oturumu yönetecek olan Meclis başkanının bu sayının var olup olmadığını resmen ve mutlaka göz önüne alması gerekir."

Habib Güler
11 Aralık 2007, Salı


----------------------------------------------

"367'yi bireysel olarak pek inandırıcı görmedim. Aklım yatmasa da, bu bir parti politikası olarak uygulandı." - Haluk Koç

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=623999


Zaman , 12 Aralık 2007, Çarşamba


CHP yönetimi Koç'a kızgın: Madem 367'ye inanmıyordun, niçin savundun?

Deniz Baykal'a rakip olan CHP Samsun Milletvekili Haluk Koç'un '367 şartı' ile ilgili görüşleri dün Zaman'da yayınlandı. Koç'un grup başkan vekili iken savunduğu tezi eleştirmesi CHP'lilerin tepkisini çekti.
CHP Samsun Milletvekili Haluk Koç'un Köşk seçimlerini kilitleyen '367 şartı'nı inandırıcı bulmadığına ilişkin açıklaması büyük yankı uyandırdı.

Parti yöneticileri, inanmadığı hususları savunan Koç'un siyasetçiliğinin sorgulanması gerektiği görüşünde. CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek, 367 konusunun 'inanç' değil hukuki bir olay olduğunu belirtti ve bu görüşü Koç'la birlikte savunduklarını hatırlattı.

Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen, "O gün öyle, bugün böyle olmaz. Siyasetçi inanmadığı şeyleri savunmamalıdır." dedi. Partinin Merkez Yönetim Kurulu (MYK) Üyesi Sinan Yerlikaya, "Haluk Bey, popülist bir yaklaşım içinde. Grup başkan vekilimizin bizim doğrumuzu inandırıcı bulmaması yanlış bir şey." ifadesini kullandı.

Parti içinde liderlik mücadelesi başlatan Koç, Zaman'a "Ben hukukçu değilim; ama uygulamanın içinden gelen bir kişiyim. 367'yi bireysel olarak pek inandırıcı görmedim. Aklım yatmasa da, bu bir parti politikası olarak uygulandı." açıklamasını yapmıştı. Dün CHP'nin gündemi bu sözler oldu. Koç'un CHP kurultayında rakip olduğu Deniz Baykal'ın kurmayları, eski grup başkan vekiline sert tepki gösterdi.

CHP Genel Başkan
Yardımcısı
Mustafa Özyürek
Genel Sekreter Yardımcısı
Mehmet Sevigen
Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
Sinan Yerlikaya
367'yi Koç'la birlikte savunduk. Anayasa Mahkemesi'ne başvuru dilekçesinde onun da imzası var. 'O gün öyleydi bugün böyle' olmaz. Bir siyasetçi, inanmadığı şeyleri nasıl savunur anlamıyorum. Böyle bir düşüncesi varsa, o gün ifade etmeliydi. Haluk Bey adına üzülüyorum. Popülizm peşinde.

Mustafa Özyürek, '367 şartı'nı Haluk Koç'la birlikte savunduklarını ve Anayasa Mahkemesi'nin de kendilerini haklı çıkardığını belirterek, "367 meselesi, bir inanç meselesi değil, bir hukuk meselesidir. Biz, Anayasa'nın öyle yorumlanması gerektiğini düşünüyorduk. Hukukçuların büyük bölümü de öyle düşünüyordu. Anayasa Mahkemesi bu görüşümüze hak verdi." dedi.

AK Parti iktidarının, bu konuda tereddüdü olduğu için Anayasa değişiklik paketine 'her koşulda oturum için 184 şartı aranır' içerikli bir hüküm koyduğunu kaydeden Özyürek, "Böyle hukuki konuları 'daha önce katılıyordum, şimdi katılmıyorum' gibi ifadelerle tartışmanın anlamı yoktur. Sayın Koç, o gün kendisi de bu görüşü savunuyordu. Mahkemeye başvuru dilekçesinde onun da imzası var." diye konuştu.

Mehmet Sevigen, insanların inanmadığı şeyleri savunmamaları gerektiğini belirtti; özellikle de siyasetçilerin bu duruma düşmesinin çok yanlış olduğuna işaret etti. Sevigen, "O gün öyleydi de bugün böyle, diye bir şey olmaz. Madem inanmıyordu, niye savundu?" ifadelerini kullandı.

Sinan Yerlikaya, "Haluk Bey adına üzülüyorum." derken, Koç'un popülizm peşinde olduğunu ileri sürdü. Eski grup başkan vekilinin böyle bir düşüncesi varsa, bunu o gün ifade etmesi gerektiğini vurgulayan Yerlikaya, şöyle devam etti: "Grup başkan vekilinin bizim bu doğrumuzu inandırıcı bulmaması benimsenmeyecek bir olay, yanlış bir şey. Bazı arkadaşlarımız o zaman tereddütlerini söylemişti, o da söyleyebilirdi."

Habib Güler
12 Aralık 2007, Çarşamba


-------------------------------------