Saturday, January 5, 2008

Eski albayın eşi 28 Şubat mücadelesini kazandı

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=633855


Zaman , 06 Ocak 2008, Pazar

Eski albayın eşi 28 Şubat mücadelesini kazandı
Nurcan Akçay

Nurcan Akçay'ı kamuoyu, 28 Şubat sürecindeki rolüyle tanıyor. Eski eşi Tabip Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol'a 'irtica' suçlamasında bulunarak 1997'de ordudan uzaklaştırılmasını sağlamış; ancak 8 yıl sonra ihbar mektubunun kendisine yazdırıldığını itiraf etmişti.



İrtica mektubundan sonra Sabiha Gökçen Havalimanı'nda işe giren Akçay, itirafın ardından işten atılınca, soluğu mahkemede aldı. Sosyal tesislerde müdürlük yaparken, "ayrımcılık, taciz, psikolojik baskı"ya maruz bırakıldığını ileri süren Akçay, önce yerel mahkemede, ardından yüksek yargıda haklılığını tescil ettirdi. Kartal 2. İş Mahkemesi, 18 Ekim 2007'de 'işe iade' kararı verdi. Yargıtay ise 29 Aralık'ta tartışmayı bitirdi. Nurcan Akçay'ın görevine dönmesini ve kendisine 25 bin YTL tazminat ödenmesini karara bağladı.

Nurcan Akçay'ın hikayesi, 28 Şubat sürecininin özeti gibi. Her şey Akçay'ın eşi Tabip Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol'dan ayrılmasıyla başlıyor. Akçay, eski eşine duyduğu kinle 'irticai faaliyette bulunuyor' şeklinde bir mektup yazıyor. Bunun üzerine Kahramanyol Ağustos 1997'deki Yüksek Askeri Şûra'da (YAŞ) ihraç ediliyor. Ancak 2005 yılında gazetelere açıklamalarda bulunan Nurcan Akçay, kocasının irticacı diye ordudan atılması için aralarında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in de olduğu üst rütbeli bazı subayların kendisine para ve iş teklif ettiğini, asılsız mektup yazdırdıklarını öne sürüyor. Bu açıklamanın ardından Akçay, Sabiha Gökçen Havalimanı'ndaki işinde sorun yaşamaya başlıyor. Önce yönetim kadrosundan çıkartılıyor. Tesisi zarar ettirdiği iddiasıyla memur kadrosuna alınarak maaşından kesinti yapılıyor. Akçay, 2007'nin 28 Şubat'ında işini kaybediyor. İşten atılan Akçay, Kartal 2. İş Mahkemesi'nde Sabiha Gökçen Havalimanı'nın işletmesini yürüten HEAŞ aleyhine dava açtı. Mahkeme, 18 Ekim 2007'de Akçay'ın işe iadesine karar verdi. HEAŞ yönetimi kararı Yargıtay'a götürdü. Yargıtay 9. Dairesi yerel mahkemenin kararını onayladı. HEAŞ yönetimi Nurcan Akçay'ın mahkeme sonuçlanana kadar geçen 6 aylık maaşını, 25 bin YTL tutarındaki tazminat ve haklarıyla birlikte ödemek zorunda kaldı. Nurcan Akçay, aldığı tazminata sevinemediğini söylerken, "Yöneticilerin keyfi tutumları yüzünden devlet zarara uğradı." diyor.

Melik Duvaklı

06 Ocak 2008, Pazar

Saturday, December 29, 2007

2007'ye damgasını vuran en önemli olay 27 Nisan Bildirisi'nin müsavi dozda bir cevapla hükümet tarafından sahiplerine iade edilmesiydi

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=630827


Mümtazer Türköne , Zaman , 30 Aralık 2007, Pazar


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

m.turkone@zaman.com.tr

2007: Nehrin daraldığı yer


Zamanı bir nehre benzetmek, antik çağlardan kalma bir metafordur. Herakleitos'un 25 asrı aşan "panta rei" (her şey akar) sözü, "bir nehirde iki kere yıkanılmaz" cümlesiyle birlikte gidenin bir daha geri gelmediğini, zamanın değişmesiyle her şeyin değiştiğini anlatır.

"Bir nehirde iki kere yıkanamazsınız", çünkü ne siz artık eski sizsiniz, ne de nehir artık eski nehirdir. Öyleyse 2008'e girerken tıpkı dünya gibi Türkiye'nin artık eski Türkiye olmadığını, bizlerin ve uğraştığımız sorunların da yaşanmışlıkların ilave yükleri ile eskileri olmadığını idrak etmemiz gerekir.

2007 yılı zaman nehrinin daraldığı yerde yaşandı. Daralmanın olduğu yerin önünde akış yavaşlar. Ama aynı yere daha çok şey birikir. Geçmişin bütün tortuları bu darboğazı kapatır. Zaman yavaş akmaya başlar. Darboğazın hemen sonrasında ise birdenbire hızlanan, delicesine coşan bir akış görünür. 2007 yılı darboğazın önünde yavaşlayan, bu yüzden fazladan birçok şeyi bünyesinde toplayan bir yıl oldu. Uzun, çok uzun bir tarihin döküntüleri, uzantıları tıpkı sele kapılıp sürüklenen ağaç parçaları gibi gelip bu darboğazda birikti. Akış halindeki su yani zaman sabırlı ama aşındıran bir güçtür. Tarih bu birikintiler arasında bir yol bulup hükmünü icra etmeye ve hızlanmaya çalışıyor. 2008, bütün bu badireleri aşmış olarak coşkun bir şekilde akmaya, gerisinde kalanları da önüne katıp sürüklemeye hazırlanıyor.

2007'ye damgasını vuran en önemli olay 27 Nisan Bildirisi değildi. 27 Nisan Bildirisi'nin müsavi dozda bir cevapla hükümet tarafından sahiplerine iade edilmesiydi. 27 Nisan Bildirisi'ni kaleme alanlar geçmişten gelen tecrübe ile her şeye hazırdı; ama bildirinin zarfıyla beraber olduğu gibi geri gönderilmesine hazır değillerdi. Aynı nehirde iki kere yıkanılmadığını, her silahlı müdahalenin birbirinden farklı olmasıyla anlamıştık. Şimdi, müdahale teşebbüslerinin nasıl akim bırakıldığını da öğrendik. Darboğazın önünde biriken molozlardan geleceğin nasıl temizlendiğini de görmüş olduk. Geride bıraktığımız şeyin 200 yılın en önemli dönemeci olduğunu bütünüyle kavrayabilmemiz için zamana ihtiyacımız var. Ama bugünden 2007 yılının tarihe "başarısız kalmış bir darbe teşebbüsü"nün yer aldığı bir yıl olarak geçeceğini öngörebiliriz.

200 yıla yaklaşan modernleşme tarihimizin başarması gereken nihaî hedef, toplumun kendi kaderine hükmetmesi idi. Çünkü modernlik böyle bir şeydi. Toplumu henüz reşit olmamış ve sürekli çocukluk evresini yaşayan bir "sürü" olarak gördüğünüz, kurumlarınızı da bu varsayıma göre oluşturduğunuz bir toplumun modernleşmesi imkânsızdır. Öyleyse bu "reşit olamama durumu"nun toplumun iradesi ile değişmesi ve vasilerin görevlerinin sona ermesi gerekiyordu. 27 Nisan Bildirisi vesayet iddiasının yenilenmesi idi. Verilen cevap ise, bu vesayet görevinin artık sona erdiği oldu.

Bu tarihî dönüşümü sağlayan ana saikin, toplumun artık gerçekten kendi kaderine hükmetmeye başlaması olduğunu fark etmemiz şart. Her şeyin devletle ve devlet için mümkün olduğu bir tarihsel evre, zamanın zorlaması ile sona erdi. Cılız, çelimsiz bir devletin üzerine yeni çağın getirdiklerini yüklemeye kalktığınız zaman her şey çöker. Devletin başlangıçtaki doğal sınırlarına geri çekilerek, aslî görevleriyle uğraşması dışında yaşayabilme şansı kalmamıştı. Tarih hızlandı. Devlet ve onun bekçileri, ellerindeki silahla toplumu yönetme imkânı ve vasatı bulamadılar. Toplumun iradesi bu tarihî fırsatı gördü ve zarif bir el hareketi ile, zamanı geriye çevirmeye çalışan ana kapağı açtı, nehrin daralan yerinden çekip çıkardı.

2008 baş döndürücü hızla seyreden bir yıl olacak. Darboğaz aşıldı. Hayat normale döndü. Taşlar yerli yerine oturdu. Darboğazın gerisinde kalanlara ağıt yakanlara, eski ayrıcalıklı günlere özlem duyanlara hatırlatılacak tek şey var: Nehir artık eski nehir değil; bizler artık eski biz değiliz.

2008 yılının hayırlara vesile olacağı inancıyla...


30 Aralık 2007, Pazar

Tuesday, December 25, 2007

Halkın kontrol edildiği bir ülke olmaktan çıkıp devletin halka hizmet ettiği bir ülke haline geliyoruz

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=629232


Mehmet Kamış , Zaman , 26 Aralık 2007, Çarşamba



MEHMET KAMIŞ

m.kamis@zaman.com.tr

Rejim değişirken...


Türkiye'de birçok şey değişiyor, bu arada rejim de değişiyor. Halkın kontrol edildiği bir ülke olmaktan çıkıp devletin halka hizmet ettiği bir ülke haline geliyoruz. Devlet, kendini Türkiye'de yaşayan yerlilerden korumaktan vazgeçip gerçek kimliğine dönüyor. 'Osmanlı'dan kalan hiçbir şeye bakmama' resmî görüşünü de terk ediyor. Tarihî mirasımızla, köklerimizle, geçmişimizle, bizden gurbet elde kalmışlarla daha yakından ilgileniyor.

Bu ülkenin başbakanı, hakkı yenmiş, mağdur edilmiş ya da mağdur edildiği psikolojisinde olanları telefonla arıyor, konuyla bizzat ve çok yakından ilgileniyor. Bu davranış belki küçük, ama simgesel olarak çok büyük. Bu ülkede yaşayan birisine 'Bizim, size hizmet ettiğimiz sürece bir anlamımız var.' diyor.

Rejim değiştikçe Türk diplomasisi Amerika'dan Orta Asya ve Çin'e, Rusya'dan Ortadoğu ve Afrika'ya, hatta Güney Amerika'ya uzanan baş döndürücü bir trafik içinde etkinliğini artırıyor. Türkiye, dış ilişkilerde belki tarihinde olmadığı kadar etkin ve etkili hale geldi. Bir yandan İran'la sınır bölgelerinde terörist örgütle mücadele konusunda mutabakata varılıp işbirliğine gidilirken, bir yandan Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Türkiye'yi ziyaret ediyor, ikili ve bölgesel konularda işbirliğini güçlendirmek için anlaşma imzalıyor. Bununla birlikte İsrail ile çok yoğun ilişkiler yaşanıyor. Şimon Peres ve Mahmud Abbas, Ankara'da Türkiye'nin hakemliğinde bir araya gelirken, yine Amerikan Kongresi'nden çıkmasına muhakkak gözüyle bakılan Ermeni tasarısı etkili diplomasi sonucu engelleniyor.

Irak'a Komşu Ülkeler Genişletilmiş Dışişleri Bakanları Toplantısı'nın ikincisine İstanbul ev sahipliği yaptı. Bölgenin geleceği konuşulurken, Türkiye'nin belirleyici politikaları yine çok etkiliydi. Türkiye, Lübnan'a barış gücü gönderdi. Görev süresini bir yıl daha uzattı. Geçtiğimiz yılın başında uluslararası toplum, İran'a müdahaleyi hemen hemen kaçınılmaz görürken Türkiye, gerginliğin diplomasiyle çözülmesi gereğini savundu. Diplomatik girişimlerini, Solana ve Laricani'yi İstanbul'da buluşturmak da dahil, bu hedef üzerine yoğunlaştırdı. Bugün artık İran'a müdahaleyi haklı bulan ülke neredeyse yok. Sadece diplomasi de değil, misyon ihracında da Türkiye çok etkili duruma geldi. Dünyanın her tarafında Türkçeyi yayan, Türkiye'yi anlatan, Türkiye'deki insanların mesajlarını, yardımseverliğini dünyaya gösteren okullar var. İşadamlarımız dünyanın her yerinde iş kovalıyor.

Rejim değiştikçe Anadolu sermayesini artırıyor. Artırdıkça da paylaşmaya başlıyor. Anadolu sermayesinin gelişmesinin, KOBİ'lerin son yıllarda ekonomik olarak atağa geçmesinin yansımalarını bambaşka yerlerde görüyoruz. Toplumdaki yardım patlamasının altında yeni zenginlerimizin yoksul ile paylaşma düşüncesi yatıyor. Ülke daha önce hiç olmadığı kadar yardım için seferber olmuş durumda. Kurban Bayramı'nı vesile eden binlerce esnaf, işadamı önce ülkenin sonra da dünyanın muhtaç bölgelerine yardıma koştu. Yıllarca kimsenin kapısını çalmadığı, varlığını bilmediği yerlere giderek yardım elini uzattı.

Yıllarca koparılmaya çalışılan irtica yaygaralarının altında yatan sebep, halkın devlete sahip çıkmasını önlemekti. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinin altında yatan asıl sebep de buydu. Uçurumlar olabildiğince derinleşsin diye devletle halkın her yakınlaşma sürecinde öyle bir yumruk vuruluyordu ki; kimsenin dönüp de devlete bakası kalmıyordu. MİT bile kurulduğu günden beri bütün enerjisini ülke içine vermiş, kapı komşularımızla bile ilgilenmemişti. Bu kurumun kuruluş genlerinde topluma karşı devleti koruma anlayışı vardı. Hepsi değişiyor. Devletin halkı yerine halkın devleti oluyor. Yani rejim değişiyor.


26 Aralık 2007, Çarşamba

Monday, December 24, 2007

28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetini devirmek için bir araya gelen ve '5'li çete' olarak tabir edilen grup arasında Türk-İş ve DİSK de vardı

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=628833


Zaman , 25 Aralık 2007, Salı

Otel ve TV sahibi sendikalar 10 yıldır devlet denetimi görmüyor

Türkiye'de işçi hareketi, her geçen gün kan kaybediyor. Çalışanların haklarını savunmak için yola çıkan sendikalar, kimi zaman siyasetle içli dışlı oluyor, kimi zaman hükümetleri devirmeyi amaçlayan ortaklıklara katılıyor. Toplumsal desteğini yitiren sendikalar yolsuzluk ve saltanat ithamıyla gündeme geliyor.


28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetini devirmek için bir araya gelen ve '5'li çete' olarak tabir edilen grup arasında Türk-İş ve DİSK de vardı. Dönemin hükümeti istifa ettikten kısa bir süre sonra bir genelgeyle sendikalar malî açıdan sessiz sedasız devlet denetiminin dışına çıkarıldı. Sendikalara artık 'kendi kendinizi denetleyin' denildi. Resmî rakamlara göre Türkiye'de sendikalı işçi sayısı 3 milyon 91 bin. Yarım günlük yevmiye tutarı, her ay işçilerden aidat olarak kesiliyor. Aylık maaş ortalama bin YTL olarak düşünüldüğünde bir kişi sendikasına en az 16 yeni lira aidat ödüyor. Petrol ve metal gibi yüksek ücretli işkollarında çalışanların aidatı 50 YTL'yi aşıyor. Sendikaların aylık geliri de 50 milyon YTL'yi (50 trilyon lira) buluyor. Dev fonlara hükmeden işçi ör- gütlerinin harcamaları- nı devlet 10 yıldır denetlemiyor. Sendikaların mali kontrolü, kendi içlerinde kurdukları kurullar aracılığıyla yürütülüyor. Bu durum suistimalleri de beraberinde getiriyor. Bağımsız denetim yapamayan kurulların, sendika yönetiminin yaptığı harcamayı onaylamaktan öteye geçmediği ileri sürülüyor.

Sendika başkanları ise sivil toplum kuruluşu oldukları için kendi kendilerini denetlemelerinin daha doğru olduğunu savunuyor.

Türk sendikaları şeffaflık, denetim ve kurum içi demokrasi gibi kavramlara geçmişten beri soğuk duruyor. Sendikalarda geçerli delege sistemi, yönetimin değişmesini neredeyse imkansız kılıyor. Genel kurulda sendika başkanını seçecek delegeler, başkan tarafından belirleniyor. Örneğin 30 bin üyeli bir sendika, 250 delegeyle genel kurul yapabiliyor. Bunların da bir kısmının sendika yöneticilerinden oluştuğu hesaba katıldığında yönetimin kongre kazanmak için az sayıda delegeyi memnun etmesi yeterli oluyor. Bir başka önemli sorun ise sendika yöneticilerinin 'hizmet ikramiyesi'. Bir sendika yöneticisi, işçinin 25 yılda aldığı parayı üç yılda 'hizmet ikramiyesi' adı altında kazanabiliyor. İkramiyede herhangi bir tavan sınırlaması yok. Rakam her bir sendikacı için 80-100 bin yeni lirayı bulabiliyor.

28 Şubat'ın karşılığı denetim serbestliği

Sendikaların mali denetimi, yolsuzluk iddialarının son bulması için büyük önem taşıyor. Ancak denetim sorumluluğu 1997 yılında sendikaların denetleme kurulları ile denetçilerine bırakıldı. Uzmanlar, sendikanın kendi iç dinamikleri ile denetlenmesini sendikal özgürlük için son derece önemli görürken, uygulamada pek çok sorunun yaşandığını vurguluyor. Sendikaların kongrelerinde denetim ve disiplin kurulları genellikle tek liste içinden seçiliyor. Yani, hiyerarşide başkanın altında yer alan denetçinin, yönetimi gerektiği şekilde denetleyebilmesi zorlaşıyor. Denetim organları, üyeler adına hesap soran yapılar olmaktan çok, yönetimin harcamalarını onaylayan makam konumuna iniyor. Sendika içi denetleme mekanizması işlemezken üyelerin sendikanın harcamaları konusunda bilgi alabilmesi neredeyse imkansız. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 'çalışma hayatı' raporunda da devlet denetiminden çıkarılan sendikalarda denetim mekanizmasının sağlıklı işlemediğine vurgu yapılıyor.

Sendikaların olağan dışı dönemlerde üstlendiği rol de dikkat çekiyor. 12 Eylül'de Anayasa referandumuna destek vere n Türk-İş, 28 Şubat sürecinde de DİSK ile birlikte dönemin hükümetine yönelik muhalefetin ön saflarında yer aldı. Silahsız kuvvetler olarak lanse edilen '5'li çetenin' içerisinde yer alan iki konfederasyon, Necmettin Erbakan'ın kurduğu hükümetin görevden uzaklaştırılması için yoğun çaba sarf etti. Sürecin sonunda 18 Haziran 1997'de Refahyol hükümeti istifasını verdi. 26 Haziran 1997'de ise sendikalar üzerindeki devlet denetimi sessiz sedasız kaldırıldı. Bu durum, 'sendikalar 28 Şubat'a verdiği desteğin karşılığını mı?' sorusunu akla getiriyor.

İşçinin, sendikaya ödediği aidatın nerede kullanıldığına ilişkin bilgi alabilmesi oldukça zor. 24 yıl işçi olarak çalıştıktan sonra sendikanın parayı nasıl kullandığını merak eden Mehmet Tıraş, defalarca uğraşmasına karşın hiçbir bilgi elde edemediğini anlatıyor. Tıraş, "İşçi bağlı olduğu sendikanın harcamalarını denetleyemez. Paraların nereye harcandığını öğrenemez. Bunları soruşturduğunuz zaman tehdit ediliyorsunuz." diyor. Bazı sendikacıların adeta 'tuğa yapıştığını' ifade eden Tıraş, "Bakın sendika yöneticilerine, bazıları 25 yıldır orada. 30'lu yaşlarda sendikaya kapağı atan bir daha bırakmıyor. Sendikacılık saltanata dönüşmüş durumda." eleştirisini yapıyor.

Dev sendika binaları, bazı sendikaların sahip oldukları bol yıldızlı oteller, lüks konutlardan oluşan kooperatifler, sendika yöneticilerinin pahalı zevkleri, yönetici eşlerine ve çocuklarına tahsis edilen makam araçları 'saltanat' iddialarının en büyük kanıtı. Mehmet Tıraş, eski Türk-İş başkanı ve CHP milletvekili Bayram Meral'in Ankara'da 1 milyon 50 bin dolar ödeyerek iki dükkan aldığını belirtiyor. Tıraş, fakir bir ailenin çocuğu olarak hayata atılan Türk Metal Sendikası'nın başkanı Mustafa Özbek'in dudak uçuklatan servetine dikkat çekiyor. Sendikaların karşı çıktığı AB'de ise durum bizimkinden hayli farklı. Toplanan aidat üyelere açıklanırken Türkiye'de sendika yöneticiliğini cazip kılan 'hizmet ikramiyesi' AB'de söz konusu değil.

Kayıtlara göre ölüler hâlâ çalışıyor!

İstatistikler, Türkiye'de sendikaların kan kaybını ortaya koyuyor. Özelleştirmelerin de etkisiyle sendikalı işçi sayısı hızla düşüyor. Resmi verilere göre 1980'de sendikalı işçi 5,7 milyondu. 1996 yılında bu sayı 2 milyon 695 bine indi. Sendikalılaşma oranı yüzde 67'ydi. 2007 verilerine göre ise sendikalı işçi sayısı 3 milyon 91 bin. Yani kayıtlı çalışan tüm işçilerin yüzde 58,42'si sendikalı. Ancak gerçek rakam bunun çok altında. Birçok sendika, örgütlü olduğu işkolunda yetkiyi kaybetmemek için emekli olan veya hayatını kaybeden üyelerini çalışıyor gösteriyor. Çalışma Bakanlığı da AB'ye sendikalılık oranını yüksek göstermek için bu duruma göz yumuyor. Hemen bütün sendikacılar, gerçek sendikalı işçi sayısının 800-900 bini aşmayacağını belirtiyor. Uluslararası Çalışma Örgütü, memur sendikalarıyla birlikte Türkiye'de sendikalaşma oranını yüzde 12,1 olarak kabul ediyor. AB'de ise sendikalaşma oranı yüzde 90'lara çıkıyor. Memur sendikalarının üye sayısı da 747 bin. Bu rakam konusunda kimsenin şüphesi yok. Çünkü, memur sendikalarının üye sayısı, kendi beyanlarına göre değil, çalıştığı kurumlardan gönderilen üyelik aidatı kesintilerine göre tespit ediliyor.

Greve çıkmayan örgütlerin kasası doldu

Türk Telekom'da yaşanan son grev hariç, Türkiye 1991 yılından beri ciddi bir grevle karşılaşmadı. Bu durum sendikaların kasasının dolmasını sağlayan en önemli etken. Zira 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası'nın 42. maddesine göre greve çıkan işçilerin maaşını, 'grev yevmiyesi' adıyla sendikalar ödüyor. Ayrıca grev süresince işçiye yemek ve yol parası da sendika tarafından ödeniyor. Yevmiyenin ne kadar olacağını sendikaların kendisi belirliyor. Bu oran, sendikaların büyük çoğunluğunun tüzüklerinde maaşın üçte biri, bir kısmında ise maaşın yarısı şeklinde yer alıyor. Bu nedenle sendikalar, kasalarından ciddi miktarda para çıkacağı için greve aslında sıcak bakmıyor.

Türkiye'de ilk sendikayı 1908'de Rum ve Ermeni işçiler kurdu

Dünyada bugünkü anlamda ilk sendika 1820'de İngiltere'de kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu'nda bilinen ilk işçi hareketi ise 1830'lu yıllarda tarım işçileri arasında başladı. Modern anlamda ilk sendika 1908'de İstanbul'da Rum ve Ermenilerin çoğunluğunu oluşturduğu işçiler tarafından kuruldu. 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine sendikal faaliyetler durduruldu. Türkiye'de ilk sendika yasası 1947'de çıkarıldı. Bu tarihten sonra kurulan sendikalar 1952'de Türk-İş Konfederasyonu'nu oluşturdu. 1967'de Türk-İş'ten ayrılan bazı sendikalar DİSK'i kurdu. 22 Ekim 1976'da ise Hak-İş kuruldu. 12 Eylül 1980 askerî darbesinde Türk-İş dışındaki konfederasyonların faaliyetleri durduruldu, DİSK kapatıldı ve yöneticileri yargılandı. 1983'te Turgut Özal iktidarıyla başlayan demokratikleşme süreciyle sendikal hayat, normale döndü.

Memurlar, örgütlenme hakkını 12 Mart muhtırasında kaybetti

1961 Anayasası memurların da örgütlenmesine fırsat verince 600 civarında memur sendikası kuruldu. 12 Mart 1971 muhtırasıyla memur sendikaları yasaklandı. Memurlar bunun üzerine dernek çatısı altında toplanmaya başladı. 12 Eylül 1980 darbesiyle memur dernekleri de kapatıldı. 1995'te Anayasa'da yapılan değişikliğin ardından memur sendikaları doğdu. 2001 yılında ise grev ve toplu sözleşme hakkı içermeyen Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu TBMM'de kabul edildi. Bu tarihten sonra hükümet, yetkili sendikalarla maaş pazarlığı yapmaya başladı. Ancak bu sendikalar grev hakları bulunmadığı için etkili olamıyor. Öte yandan halen memur sendikaları üye başına 5 yeni lira aidat topluyor. İşçi sendikalarına göre çok daha düşük aidat alan memur sendikalarının mali yapısı iyi değil. Pek çoğu faaliyet gösterdikleri binaların kirasını bile ödemekte güçlük çekiyor.

276 bin üyeli Türk-Metal'in mal varlığı 1 milyar dolardan fazla

Türk Metal Sendikası'nın 32 yıldır değişmez başkanı Mustafa Özbek, hem sendika dışı işleriyle hem de siyasi faaliyetleriyle en çok tartışılan isim. Ulusalcıların en büyük finansörü durumundaki Özbek, televizyon kanalı, otelleri ve gaz dolum tesisinin yanı sıra onlarca gayrimenkule sahip. Kendi anlatımıyla fakir bir ailenin çocuğu olarak işçiliğe başlayan Özbek, sendika başkanlığı döneminde büyük bir servet edindi. Ankara'nın en zenginlerinden biri olduğu belirtiliyor. Özbek'in Cumhuriyet Gazetesi'nin yüzde 40'lık hissesine de sahip olduğu öne sürülüyor. Sık sık siyasi konuşmalar yapan Özbek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a ağır eleştiriler yöneltiyor. 276 bin üyesi bulunan sendikanın yatırımlarının 1 milyar doları aştığı ifade ediliyor. Ankara ve Kıbrıs'ta 5 yıldızlı oteller, radyo ve televizyon kanalları bunlardan bazıları.

YARIN: Sendikalardan özeleştiri: Kan kaybının çözümü, 'istemezük'çü anlayıştan kurtulmak

HABER İNCELEME - İSA YAZAR/NECİP ÇAKIR
25 Aralık 2007, Salı

Thursday, December 20, 2007

Günahlar cezasız kalmadı : Arjantin'de cunta komutanına 25 yıl hapis / darısı Türkiye'deki cuntacıların başına

http://www.milliyet.com.tr/2007/12/20/dunya/axdun02.html


Milliyet , 20.12.2007



( NOT : Günahların cezasız kaldığı Türkiye'de ise
son darbe girişimi 27.Nisan.2007 'de yapıldı ;
bereket , ülke tarihinde ilk kez , dünya tarihinde
ise az sayıdaki örnek tepkilerden birisi ile
hükümetin resti ile darbe önlendi. )


Günahlar cezasız kalmadı

Arjantin'de cunta komutanına 25 yıl hapis


Arjantin'de cuntanın kara kuvvetleri komutanı suçlu bulunarak, 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı

DIŞ HABERLER SERVİSİ

Arjantin'de, 1976-83 yılları arasında ülkeyi yöneten cuntanın yedi üyesi, kanlı diktatörlük döneminde işledikleri insan hakları suçlarından en azı 20 yıl olmak üzere çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Yargıç Ariel Lijo'nun bu beklenmedik kararının, Arjantin'in yeni Devlet Başkanı Christina Fernandez'in bir hafta önce göreve başlar başlamaz "adalet sisteminden, yavaş ilerleyen insan hakları davalarını sonuçlandırmasını isteyeceğini" açıklamasından kısa bir süre sonra gelmesi dikkat çekti.
Cunta üyelerine yönelik çıkarılan af yasalarının 2003'te yürürlükten kaldırılmasından bu yana ilk kez, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Cristino Nicolaides cunta döneminde muhaliflerin kaybolması ve kaçırılmasıyla ilgili suçlamalardan 25 yıl hapse mahkûm edildi. Sağlık nedenlerinden dolayı mahkemede bulunmayan Cristino Nicolaides'in özellikle kaçırma eylemleri ve işkencelere karıştığı belirtildi. Bu suçlamalar kapsamında ayrıca, 1 polis ile 6 eski asker de 20 ila 23 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı.
Kararın ardından İnsan Hakları Bakanı Eduardo Luis Duhalde, "Adalet yerini buldu" dedi.
Arjantin'de cunta döneminde 13 bin kişi kaybolmuş, ölen ve kaybolanların sayısı 30 bini bulmuştu.

Psikpolojik savaşta propaganda

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140688



Psikolojik savaşta propaganda

19 Aralık 2007



Psikolojik savaşta propaganda

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır.

Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır.

Düşmanlık duygularının attırılması

Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur.

Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir.

Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir.

Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.

Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir.

Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar.

Çıkara hizmet eden her şey…

Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki?

Abdülhamit ve psikolojik savaş

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır:

“Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.”

Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır.

İnsanları kaygılı hale getirmek

Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.

Her türlü zaaf kullanılır

İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur.

Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı.

Zeki idareciler dikkatli olmalı

Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler.

Kara propagandanın imkânları

1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur.

2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar.

3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler.

4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır.

Kara propagandanın riskleri

1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister.

2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır.

3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur.

4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir.

5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir.

Propagandanın, muhatabı güçlendirici yanıyla mağdur ve mazlum görünümü birleşirse, çevresindeki insanlara kenetleyici etki yapması mümkündür. Düşman liderin bitirilmesi hesap edilirken tamamen tersi bir sonuçlanabilir.

Tuesday, December 18, 2007

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - Yansımalar 1] Belgeler ışığında, '27 Mayıs' tarihi yeniden yazılmalı

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346141


Zaman , 09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - Yansımalar 1] Belgeler ışığında, '27 Mayıs' tarihi yeniden yazılmalı

Zaman'ın Yassıada arşiviyle ilgili yazı dizisi geniş yankı uyandırdı. Menderes'in idamıyla sonuçlanan sürecin tanıkları ve uzmanlar, belgelerin resmî tarihi değiştirecek nitelikte olduğunu belirtti.
Belgeleri görmek için tıklayın


İhtilal mahkemesinin kararıyla babasını kaybeden Aydın Menderes, vesikaların titizlikle incelenip gün yüzüne çıkartılmasının büyük başarı olduğunu kaydetti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubuna özel önem veren Menderes, tarihçilerin yayınlanan belgelere gereken ilgiyi göstereceklerini ifade etti. Yassıada'da Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatlığını yapan eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, yazı dizisinin o dönemi yorumlamak isteyen herkes için iyi bir başlangıç olacağını söyledi. Zaman'ı kutlayan Cindoruk, ihtilal mahkemesinin tarihe ve demokrasiye zarar verdiğinin ortaya çıktığını vurguladı. Milliyet Gazetesi adına Yassıada duruşmalarını izleyen gazeteci-yazar Çetin Altan, Cemal Gürsel'in darbeden 24 gün önce Savunma Bakanı Ethem Menderes'e gönderdiği mektupta sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu kaydetti. Altan, şöyle konuştu: "Mektupta üç satırın çıkartıldığını ve bunların çok önemli cümleler olduğunu gördük. Demek ki gerçek tarihi öğrenemeden gidiyoruz. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz." Tarihçi İsmet Bozdağ da diziyi 'tarihe hizmet' sözleriyle değerlendirdi. Demokrat Parti'nin ardından kurulan Adalet Partisi'nin eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise mahkeme başkanı Salim Başol'un tavırları üzerinde durdu.

Yassıada Mahkemeleri'nin tutanakları üzerindeki gizliliğin kalkmasıyla birlikte tarihi gerçekler gün yüzüne çıktı. Zaman'ın ulaştığı belgeler, cuntacıların vesikalar üzerinde nasıl tahrifat yaptığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Belgeler, resmi tarihi de tartışmaya açtı. Dönemin yakın tanıkları ve tarihçiler, şimdi 27 Mayıs'ın tarihinin yeniden yazılmasını talep ediyor. Çalışmayı beğeniyle takip eden Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes, duygularını "Zaman Gazetesi'nin, bütün gerekli önem ve özeni göstererek yaptığı neşriyatı candan kutluyorum." sözleriyle dile getirdi.

Menderes, Yassıada'yla ilgili vesikaların sadece bir dönemin gizli bırakılmış yönlerini açığa çıkartmadığını, yakın tarihi yeniden değerlendirmeye yol açacak ölçüde önemli olduğunu anlattı. Özellikle Cemal Gürsel'in mektubuna dikkat çeken Menderes, şöyle devam etti: "Görüldüğü gibi o dönemin muhalifi, muvafıkı Adnan Menderes'in dürüstlüğü, iyi niyeti ve memleket için verdiği hizmetlerin büyük önemi hakkında ortak bir kanaat sahibidir. Ancak 27 Mayıs'tan itibaren Adnan Menderes tek hedef haline getirilmiş ve her şeyiyle yok edilmek istenmiştir. Bu hem acı hem de ilginç gelişme karşısında tarihçilerin ve araştırmacıların gereken ilgiyi göstereceklerine inanıyorum. Ayrıca açıklanan vesikalar bir devlet adamı için meziyet olarak kabul edilecek hususların bile suçlama aracı yapıldığını göstermektedir. Yine Adnan Menderes'in bu belgelerin açıklanmasıyla ortaya çıkan Eyüpsultan'la ilgili imar faaliyetlerinin ve düşüncelerinin öğrenilmiş olması da o döneme ve Menderes'in kimlik ve kişiliğine ışık tutacaktır. Bu vesikalarda başta Adnan Menderes olmak üzere Yassıada'da bulunanlara reva görülen muamelelerin insafsızlığını da bütün açıklığıyla ortaya sermektedir."

Aydın Menderes, dizinin son gününde yayınlanan Rüştü Erdelhun Paşa'yla ilgili tespitleri de yerinde buldu. Paşa'nın cenazesine katıldığını bildiren Menderes, "Gerçekten de Türk Silahlı Kuvvetleri merhum Rüştü Erdelhun'un cenazesini büyük bir hürmetle ve eski bir genelkurmay başkanı olarak kaldırdı. Üstelik 12 Eylül iradesinin hakim olduğu bir dönemde. Ondan kısa bir süre önce 27 Mayıs'ta yapılan bayram kutlamasının da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ortadan kaldırılmış olduğunu düşünürsek Silahlı Kuvvetler'in 27 Mayıs'ı olumlu bulmayan tavrı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır." ifadelerini kullandı.

Artık bu dönem yeniden araştırılmalı

Eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, Yassıada duruşmalarının ardından idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatıydı. Yassıada Mahkemeleri'nde yaşananlara tanıklık eden Cindoruk, Zaman'ın yazı dizisinin o dönemin yeniden yorumlanması için bir başlangıç oluşturması temennisinde bulundu. Cindoruk, şunları kaydetti: "Yazılardan dolayı gazeteyi kutluyorum. Yassıada duruşmalarıyla ilgili bir bölümün açığa çıkması çok önemli. Çuvallar dolusu evrak bilimsel yöntemlerle de incelendiğinde o mahkemenin tarihimize ve demokrasiye verdiği zararlar ortaya çıkacaktır. Yassıada'da aslında bir mahkeme yoktur, hukuksal bir iddianame yoktur ve hukuki değerlere uygun bir karar da yoktur. Orada mahkeme sadece ve sadece cuntanın meşruluğunu tescil etmek için görev yapmıştır. Açıkça taraflı bir mahkemedir."Rüştü Erdelhun Paşa'nın demokrasi ve sivil otoriteye saygısını da değerlendiren Cindoruk, "27 Mayıs'ı Silahlı Kuvvetler değil, silahlı subaylar gerçekleştirdi." tespitini yaptı. Ardından ekledi: "Çok değerli bir genelkurmay başkanını aşağıladılar, yargılayıp idama mahkum ettiler; ki o Erdelhun istiklal madalyası taşıyordu. Milli Mücadele'nin kahramanlarındandı. Vatarseverdi; ama onu da vatan hainliğiyle suçlayıp idamla yargıladılar. O ihtilali yapan subaylar önlerini açmak için bunu yaptılar. 5 bin subayı emekliye sevk ettiler. Çok değerli 200'ün üzerindeki generali emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekleştirdiler aslında. Bu ihtilalin yapılmasında ve bu mahkemenin kurulmasında silahlı subaylarla üniversitemizin işbirliği de açıkça ortadadır. Büyük hukuk profesörü sandığımız insanlar bu cuntayı yargılamaya, yapay bir hukuk ortaya koymaya ve ülkenin değerli devlet adamlarını idam etmeye, onurlarını kırmaya ve demokrasimizin temeli olan partileri kapatmaya kadar yönlendirildiler."

Altan: Yeni şeyler öğrendik

Yassıada belgeleriyle ilgili yazı dizisini ilgiyle takip eden isimlerden biri de Türk basınının usta kalemlerinden Milliyet Gazetesi yazarı Çetin Altan. Yassıada'daki duruşmaların tamamını izleyen Çetin Altan, "Dizide ortaya çıkarttığınız belge ve bilgiler bize bile yeni şeyler öğretti." dedi. Altan, özellikle Cemal Gürsel'in mektubunda sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu vurguladı. Altan'ın görüşü şöyle: "Mektuptan üç satırının çıkartılmış olduğunu ve bunların da çok önemli cümleler olduğunu gördük. Gerçekten tarihi öğrenemeden gidiyoruz demek ki. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz. Hepimizin kaderini ilgilendiren konular bunlar ve bunlardan bizim de haberimiz yok doğrusu. Bazılarını bu vesileyle görmüş olduk; ama belki de bir kısmından hiç haberimiz bile olmayacak. Maalesef resmi görüşü yazanlar kendi işlerine gelen görüşleri yansıtıyorlar."

Olumsuz hava darbeden sonra da devam etti

Adalet Partisi eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise Mahkeme Başkanı Salim Başol'un tavrına dikkat çekti. Başol'un tutanaktaki sözlerinin Yassıada'da başından beri adil bir karar çıkmayacağını ortaya koyduğunu ifade eden Bilgiç, şöyle konuştu: "Bu baskı sadece mahkemedekilere has bir durum da değildi. Darbeden çok sonraları bile bu olumsuz hava herkese tesir etti. Demokrat Partiliyim demek bile suçtu. Böyle diyenlere takibat yapılıyordu. Her yerden suç duyurusu yapılarak baskı altında bırakılıyorduk bizler de. DP'lilere 'düşük kuyruk' adı takıldı. Halk Partisi kendi iktidarları dışında başka bir partiyi iktidarda görmeyi hazmedemedi. 27 Mayıs'tan sonra fikirler bastırıldı. 1961 Anayasası'na karşı "Hayır'da hayır var" demeyi bile suç saydılar. Türkiye'nin büyük kısmı demokrasiyi benimseyememiştir bu darbeler yüzünden."

İsmet Bozdağ: Belgeleri yayınlamak tarihe büyük hizmet

Tarihçi yazar İsmet Bozdağ, Yassıada konusunun şu ana kadar hiç kurcalanmamış bir konu olduğunu belirtirken, mahkemelerin arka planının aydınlatılmasına büyük ihtiyaç olduğunu söyledi. Zaman'da yayınlanan dizinin bu ihtiyacın karşılanmasına kapı araladığını vurgulayan Bozdağ, "Yassıada'da yaşananlar çok konuşulmasına rağmen bu ölçüde detaylar bilinmiyordu. Cemal Gürsel'in mektubunun orjinalinin ortaya çıkması da önemli hadise. Belgenin yayınlanmasıyla yapılan tarihe bir hizmettir." dedi.


Emekli askerler: Paşa haklı, ordu siyasete karışmamalı

Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'un siyaset-asker ilişkisine yönelik görüşleri geniş yankı buldu. Emekli paşalar, Erdelhun'un görüşlerine katılarak, siyaset-asker ilişkisinin anayasal sınırlar içinde olması gerektiğini dile getirdi. Erdelhun, notlarında; "Ordunun görevi memlekette huzuru temin etmektir. Ordu, millet otoritesine dayanan hükümetin icraatına mani olmamalı. Hükümet-i reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir. Parti mücadelesine ordu karışmamalı." diyor. Emekli askerlerin konuyla ilgili görüşleri şöyle:

Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: Demokratik bir ülkede yaşıyor ve demokrasiye inanıyorsanız, TBMM ve onun kabul ettiği hükümet, siyasi otoriteyi teşkil eder. Dolayısıyla hükümet ve TBMM'nin aldığı kararlar her şeyin üzerindedir. Ordu-siyaset ilişkilerini bu temele oturtmak lazım. Ordunun siyaseten görüş belirtmesi, tutup aşağı indirmekle ya da tehditlerle olmaz. Belirli platformlarda düşünce ve tavsiyelerini dile getirmek şeklinde yapmalı bunu ordu.

Emekli Tuğgeneral Atilla Başaran: Herkes Anayasa'daki sınırlar içinde hareket etmeli. Her kurum ve kuruluşun Anayasa ve yasalarda belirlenen görevi, sorumluluğu ve konumu bellidir zaten. Ve herkes yasal sınırlar içinde kalmak zorundadır.

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi: İhtilaller hem ülkeyi hem orduyu zayıf düşürüyor. 1950'den sonra devlet iki başlı bir yönetim görüntüsüne girdi. Milli iradeye bütün devlet organizması tabi olsa, bizim bugün dünyada ve bölgede etkinliğimiz artar. Hem ülke hem yönetim huzurlu olur. Ahmet Dinç - Ankara


Hukukçulara göre, Yassıada mahkeme değil, askerî organ

Yassıada'daki darbe mahkemesi, 3 idam, 12 müebbet hapis ve yüzlerce kişiye hapis cezası verdi. Zaman'da yayımlanan belgelere göre Mahkeme Başkanı Salim Başol, Başbakan'a ve bakanlara "Susmazsanız sustururum. Oturun yerinize. Kes deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. Kısa kes, az konuş. Boş laf dinleyecek vaktim yok." gibi azarlayıcı ifadeler kullanıyordu. Hukukçular, bu mahkemeyi hukuki bulmuyor. Siyasi ve askerî bir organ olarak değerlendiriyor. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiğine dikkat çekiyor. Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." ifadesini kullanıyor.

AİHM'ye başvurulsaydı Türkiye mahkum olurdu

47 yıl sonra açılan belgeler Yassıada'daki mahkemenin işleyişini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, olağanüstü mahkeme olarak nitelendirdiği Yassıada Mahkemesi'nin kuruluşunun ve yargılama biçiminin hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bu mahkemenin ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan doğal yargıç ilkesine aykırı olduğunu vurgulayan Selçuk, adil yargılama ilkelerinin ihlal edildiğini kaydediyor. Selçuk, Yassıada'nın yargı tarihi açısından kötü bir örnek olduğunun altını çizerek şöyle devam ediyor: "Hem kuruluşu hem yargılama biçimi hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. Bu bakımdan benzer yargılamaların tekrarlanmaması için önemli bir ders olduğu kanısındayım. Ben o dönemde görev yapsaydım böyle bir mahkemede görev almazdım. Orada verilen kararların hukuki tabanı da yanlıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuru imkanı olsaydı Türkiye adil yargılanma hakkı açısından mahkum olurdu."

Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, Yassıada Mahkemesi'nin suç işlendiği iddia edilen tarihten sonra kurulduğu için doğal yargıç ilkesine aykırı olduğuna dikkat çekiyor. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" şeklindeki ifadesinin mahkemenin hukuki açıdan ne kadar sakat olduğunu gösterdiğini söyleyen Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." diye konuşuyor. Kardaş, Başol'un sanık ve tanıklara karşı takındığı azarlayıcı ve aşağılayıcı tutumun son derece yanlış olduğunu belirterek yüksek kürsüde oturmanın hakime, suç işlemiş bile olsa kimseye hakaret etme ve aşağılama hakkını vermediğini dile getiriyor. Murat Aydın, Ankara


Menderes'in avukatı: Beni mahkemeden atıp askere aldılar

Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes'in avukatlığını üstlenen Talat Asal, 47 yıl sonra açılan belgelerle gün yüzüne çıkan baskıları bizzat yaşamış. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un sert tavırlarına en çok muhatap olanlardan biri. Asal, Yassıada duruşmalarının hukuk tarihinde görülmemiş bir olay olduğunu vurguluyor. Mahkemenin tutumuyla ilgili yayınlananların daha fazlasına maruz kaldıklarını dile getiren Asal, kendisinin bir duruşmada salondan yaka paça atılışını şöyle anlatıyor: "İmar davası sırasında şahit olarak gelen umum müdürü bir konuşma yapıyordu. Soru sormama müsaade etmedi Başol. 'Soracağım, sormayacaksın' tartışmasından sonra beni dışarı attı mahkeme başkanı. Ertesi gün beni 'askerlik yapmadı' diye askere aldılar. Halbuki böyle bir durum yok. Ben askerliğimi 31. Piyade Alayı'nda yedek subay olarak yapmıştım. İşte hep böyle komediydi." Sanıkların avukatlarla görüştürülmemesi için her türlü yola başvurulduğunu anlatan Asal, "Hiçbir şekilde müdafaa hakkı verilmedi. Benim Adnan Menderes ile ilgili 10 davam vardı ve bunun için bize tanınan süre yarım saatti. Bazı sanıkların tek davası vardı; ancak onlar da bizim gibi müvekkili ile yarım saat görüşüyordu. Haysiyetsiz, insafsız ve hayırsız bir sistemdi." yorumunda bulunuyor. Özellikle üç davanın tamamen ciddiyetten uzak olduğunu vurgulayan Talat Asal, bugünlerde 'don', 'cımbız' ve 'köpek' davasını karikatürize eden bir kitap hazırlıyor.


09 Eylül 2006, Cumartesi